15 Mayıs 1963 günü ABD’li astronot Gordon Cooper ‘Mercury Atlas 8’ isimli kapsülle yine dünyanın dışına uzaya fırlatılmış. Orada şimdiye kadar yapılmış en uzun uzay uçuşunu gerçekleştirmiş, tam 34 saat 19 dakika orada kalmış. Babam nasıl olsa sorarım diye düşünerek hemen açıklamasını yaptı, 34 saat neredeyse bir buçuk günmüş. Ben inanmasam da boruların uçtuğunu, giden adamın da kapsül denilen küçücük bir yere oturup öyle gittiğini söyledi.

“Peki, neden gitmek istemiş?” diye sorduğumda pek şaşırmadı.
“Herhalde uzayı öğrenmeye,” diye cevap verdi.
Burada okula gitse öğretmene sorsa olmaz mı?
Aklıma takılan diğer şeyi sormadan duramadım,
“Kapsülde çişini nereye yapacak?”
“Tuvalete herhalde.”
“Peki, oradan geriye nasıl dönecek?”
“Nasıl gittiyse öyle! Kapsülle birlikte paraşütle denize inecek.”
“Paraşüt ne demek?”
“Senin yatma zamanın gelmedi mi?”
Biraz sıkışınca böyle oluyor, hem okuldan alıyorsunuz hem de sorularıma cevap vermiyorsunuz. Oynamıyorum valla.

16 Mayıs 1963 günü Ankara Devlet Tiyatrosunda ilk müzikal sergilenmiş. Samuel Spewack ve Bella Spewack’ın birlikte yazdığı ve başrolünde Cüneyt Gökçer’in oynadığı müzikalin adı ‘Öp beni Kate,’ miş. Bizimkiler de daha önce böyle bir müzikali sinema dışında izlememişler, bu olayı önemli bir gelişme olarak görüyorlar. Bana Frank Sinatra, Dean Martin gibi yabancı sanatçıların müzikal yani şarkılı danslı filmlerinden bahsettiler, anlattıklarını aklımda canlandırmaya çalıştım ama pek olmadı.

20 Mayıs günü bazı ordu birlikleri Ankara’da Harp Okulu kumandanı Talat Aydemir’in yönetiminde, anayasada belirtilen reformların yapılmadığı gerekçesiyle yeniden ayaklanmış. Asker olan babam yine alarm durumunda, birliğinde kalıyor. Buna annem değil ama abim çok mu çok sevindi, çocuğun kulakları hiç olmazsa birkaç gün rahat edecek.

Bu Talat Aydemir isimli kumandan da aslında çok ısrarcı biri olmalı ama bu işin sonu terlik söyleyeyim. Ben zılgıtı yedikten sonra burnuma yeniden leblebi sokuyor muyum? Demek ki biraz da büyük sözü dinlemek gerek, bu adamın büyükleri onun kulağını hiç çekmiyorlar mı? Canı sıkılınca her sene öyle isyan edilir mi?
25 Haziran 1963 günü Anayasa Mahkemesi ilk duruşmayla göreve başlamış. Radyodan dinleyince kendimce bir karara vardım, bundan sonra daha dikkatli olmam gerek, annemin söylediklerine karşı çıkmamam gerek ama ben daha küçük bir çocuğum. Anneme konuyu açtığımda çok ciddi bir biçimde beni uyardı,
“Valla sen bilirsin, gönderirim mahkemeye onlarla uğraşırsın. Artık sana ne ceza verirler bilmiyorum.”
Bu sözleri şaka mı ciddi mi söyledi tam olarak anlayamadım ama umarım benimle dalga geçiyordur.
17 Temmuz günü Türkiye Bilimsel Araştırma kurumunun (Tübitak) kuruluş yasası kabul edilmiş. 24 Temmuz 1963 günü de Sendikalar kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt kanunu çıkmış. Ben o sıralarda günlerimi oyun oynayarak geçiriyorum ama babam bir akşam evde anneme tayininin çıktığını söyledi. Urfa’dan ayrılıp başka bir yere gidecekmişiz ama neresi olduğunu hiç anlamadım ki zaten çok da önemi yoktu. Annemle babamın karşısına geçip,
“Ben gelmiyorum, Siz istediğiniz yere gidebilirsiniz,” diyebilir miyim?
Annem acaba gittiğimiz yerde bize yumurtalı çiğköfte yapar mı diye düşünüyorum ama eminim yapar. Bizim küçük Semra peynir ekmek ve onun dışında başka bir şey yemekten hoşlanmıyor, zaten sıska mı sıska. Annem ölecek diye endişelenip sıkça doktora gidiyor ama bence boşuna korkuyor. Ben onunla bir ara gizlice konuştum, o çok yemek yemeyi sevmiyormuş.
Buraya nasıl, ne kadar zamanda ve neyle geldik pek bilmiyorum ama şimdi daha az evin olduğu bir yerdeydik. Her taraf yemyeşil, ortada öyle caddeler yok, arada bir geçen arabalar ise sadece babamın görev yaptığı askeri birliğe ait yeşil şeyler. Bulunduğumuz yer olan Suveren sanki küçük bir köy gibi, burası birliğin lojmanlarının olduğu bölgeymiş. Bulunduğumuz yerden bakınca uzaktan tepesinde beyaz kar olan kocaman bir dağ görünüyor, laf aramızda burası Büyük Ağrı dağıymış.

Evimiz tek katlı topraktan yapılmış uzunca bir şey, annem bunların kerpiçten yapılmış bir ev olduğunu söyledi. Kerpiçler ıslak toprakla saman karıştırılıp tahta küçük sandıklarda şekil verildikten sonra güneşte kurutularak yapılıyormuş. Yakınımızda benzer başka evler de var ama o kadar da çok değil.

Evin girişinden sonra küçük camları olan uzun bir salonu var, tavanı ise babamın elbisesinin renginde olan yeşil bir kumaşla baştanbaşa kaplanmış. Bu kumaş bazı yerlerde kirlenip kararmış, bir kaç yer de sanki içinde balon şişirilmiş gibi sarkmış. Esas ilgimi çeken şey ise kumaşın içinde bir şeylerin koşarak hareket etmeleri!
Onların fare olduğunu öğrendiğimizde annem korkuyla ne yapacağını şaşırdı. Hayatı boyunca hiçbir şeyden korkmayan bu gözü kara kadın fare deyince kendisini hiç düşünmeden iskemlenin üzerine atıyor. Oradan bize bağırmayı da ihmal etmiyor.
“Kaçın çocuklar, fare var.”
Urfa’da bu olayı bir kere yaşamıştık, bu yüzden çok iyi hatırlıyorum.
Birkaç gün içinde fareler için babam eve siyah beyaz yavru bir kedi getirdiğinde çok sevindik, annem ona bakmamıza karşı çıkmadı. İsmi ne olsun diye düşünürken annem ona hemen Mercan ismini verdi. O arada bize Büyükdere’de besledikleri Cingöz isimli köpeğini ve kazlarını anlattı. Annem Büyükdere Çayırbaşı’nın üst kısmında bulunan kibrit fabrikasına çalışmaya giderken, Cingöz ile kazlar her sabah onu yola kadar geçirirlermiş. Cingöz eve dönerken, kazlar doğrudan Tahlisiye’de denize koştururlarmış.
Babam, kıdemli başçavuş olduğu için kendisine hemen Celal isminde bir emir eri verilmiş. Celal abi geldiğinin ikinci günü evin kapısının yanına iki tane büyük boş varil getirip yerleştirmiş. Annem ertesi sabah varillerin içinin sebze ile dolu olduğunu görmüş. Celal abinin bunları taburun ihtiyaçları için oluşturulmuş olan sebze bahçesinden gizlice alıp getirdiği belliymiş. Annem yeter getirme demesine rağmen o her gece bahçeyi ziyaret etmeyi adet haline getirmiş.
Beş kişi bu kadar sebzeyi yiyip bitirebilme şansımız olmadığı için annem Celal’den kantinden çıkan boş peynir ve yağ tenekeleri bulmasını istemiş. Getirilen tenekeleri de temizletip içine bu getirilen sebzelerle turşu kurmuş, sonra da onların kapaklarını hava alıp bozulmamaları için lehim yaptırmış. Kışın kullanabilmesi için onları taburun mutfağına göndermiş.
Evimizde daha önce hiç görmediğimiz bir şey daha var, ne anlama geldiğini bilmediğim manyetolu telefon. Evin girişine kadar yuvarlak ağaç direklerden gelen kabloların ucuna telefon dedikleri bir şey bağlanmış. Yeşil renkli kalın kumaşla kaplı kutunun yanında bir kol var, diğer yanında ise ortasından tutulan iki ucu yuvarlak, kablo ile kutuya bağlı olan siyah konuşma cihazı var. Telefonla konuşmak isteyen kişi bu kolu birkaç defa çevirecekmiş. Telefona çıkan santral görevlisi konuşmak istenen kişiyi bağlıyor ve konuşuluyormuş.


Biz çocuklar ve özellikle de meraklı olan ben en başından babam tarafından uyarıldım,
“Telefon ile oyun oynanmayacak ve kesinlikle açılıp kurcalanmayacak. Özellikle sen, eğer söz dinlemeyip kendi bildiğini yaparsan külahları fena değişiriz.”
Başımızda sanki külah var da, yani çok komik. Üstelik burada kimi arayacağım ki?
Yaşamaya başladığımız bu küçük yerde sadece asker aileleri var, herkes kısa zaman içinde birbirini tanıdı. Biz çocuklar şimdi özgürce istediğimiz yere gidebiliyoruz, etrafımızda sadece askerler ve tanıdığımız diğer çocuklar var. Gece dışarıda bahçede masada oturulup bakıldığında ise ismini yeni öğrendiğimiz Ermenistan’ın Erivan şehrinin ışıkları görülüyor.
Askeriyenin yakınında ise bir köy olduğunu keşfetmemiz fazla zaman almadı, tel örgünün yanındaki boyumuz kadar büyümüş yonca tarlalarından geçip oraya gitmeyi öğrendik. Kerpiç evlerden oluşan köyün içinde her taraf gübre kokuyor, eşekler, tavuklar ve koyunlar her tarafta serbestçe dolaşıyorlar. Buğdayları çıkarmakta kullandıkları düven dedikleri ineklerin çektiği tahtanın üzerine bizi de bindiriyorlar. Buna bayılıyorum, ufak bir alanda inekler dur denilene kadar öylece dönüp duruyor.


Köyden eve dönerken yonca tarlaları içinde deli gibi koşturuyoruz, yakınımızda koyu gri renkli büyük yabani tavşanların zıplayarak oradan oraya kaçıştığına şahit oluyoruz. Uzun kocaman kulaklarından tutmaya çalışmak nafile, o kadar hızlılar ki! Bunları evde heyecanla anneme anlattığımızda bize hiç kızmıyor, sadece zehirli yılanlara karşı dikkatli olmamızı söylüyor. Dikkatli olalım da onların zehirli olduklarını nasıl anlayacağız?
8 Ağustos 1963 günü ABD, İngiltere ve SSCB nükleer denemelerin durdurulması konusundaki anlaşmayı Kremlin’de imzalamışlar. Yine şu nükleer işi gelip karşıma dikildi ama ben kararlıyım okulu bekleyeceğim ve bunu yeni öğretmenime soracağım.
25 Ağustos günü ben tanımıyorum ama meşhur sinema sanatçısı Suphi Kaner intihar etmiş, annem filmlerini seyrettiği sanatçıların böyle hiç yoktan ölüp gitmesine çok üzülüyor. Gençliklerinde Sarıyer Halkevinde hafta sonlarında yapılan eğlencelere ve sinemada oynayan filmlere çok gidiyorlarmış.

Sinema annemin en çok sevdiği eğlence, Urfa’da da her fırsatta bizi alıp sinemaya götürürdü. Geceleri de bizi Gülşen teyzeye bırakıp gittiğini abimden duymuştum. Burada da geldiğimizden beri bazı yaz akşamları taburdan kalkan cemse servisler subay astsubay ailelerini alıp Iğdır’a açık hava sinemasına film seyretmeye götürüyor, Urfa’da yılbaşı ve bayram balolarında ailelerle bir arada olunurdu ama böyle birlikte sinemaya gidildiğini nedense hiç hatırlamıyorum. Sinemaya giderken etrafı sessizce seyrederken gözümü bir saniye bile kırpmıyorum. Film bittikten sonra dönüşte karanlıkta geçilen yolu uyurken hiç görmüyorum.
28 Ağustos 1963 günü Amerika Birleşik Devletleri’nde güneyden başlayan ‘Sivil Haklar Yürüyüşü’ Washington D.C.’de Abraham Lincoln Anıtı önünde sona ermiş. Dr. Martin Luther King alandaki 300 bin kişiye hitaben meşhur ‘I have a dream- bir hayalim var’ konuşmasını yapmış. Aynı gün 200 bin siyahi kişi ırkçılığı protesto etmek için büyük bir gösteri düzenlemiş.

Sorduğumda ırkçılığın insanların birbirine renkleri dolayısıyla kötü davranmaları olduğunu öğrendim. Özellikle siyahi insanların ABD denen yerde dışlandığını ve onların beyaz insanlarla aynı haklara sahip olmadıklarını da anlattı. Daha önce zenci dedikleri siyahi insanlardan ben hiç görmedim, hoş görsem de ne olacak, yani onlarla oyun oynamayacak mıyım? Kimseyi dinlemem oynarım valla. Ben bunu küçücük aklımla anlamakta zorlanıyorum, Allahın rengi işte bunun hiç kavgası olur mu?
12 Eylül günü Türkiye’yi AET ile Gümrük Birliğine götürecek ve tam üyeliği sağlayacak olan Ankara Anlaşması imzalanmış. Bunlar doğal olarak beni aşan konular, hayırlısıyla yakında okula başlayınca her şeyi sular seller gibi hızla öğreneceğim ama önce okuma yazmayı okulda sökmem gerek. Bekle beni okul ben geliyorum.
🙂
BeğenLiked by 1 kişi
Yazarken ben de çok eğlendim, iyi bir terapi oldu. Selam ve sevgilerimle,
BeğenLiked by 2 people
Yazmanın keyfini çıkarmak gibisi yok… sevgiler..
BeğenLiked by 1 kişi
Manyetolu telefon, Allahım eskilere dönmek de pek keyifli oluyor. Teşekkürler Gürcan Bey.😊
BeğenLiked by 1 kişi
[…] yazıları Dünya İşlerim i keyifle okurum. Sizde okursanız keyif alacağınızdan eminim. Bir örnek […]
BeğenLiked by 1 kişi