Büyüklerimiz, ‘bir gün sizler de yaşlanacaksınız,’ dediklerinde bize bu sözler çok anlamsız gelirdi. Küçücük halimizle kendimizi nedense onların yaşına gelmiş olarak hayal edemezdik. Aslında komik ve içi boş olan şey, bizim boyumuzdan büyük düşünüp konuşmamızdaymış. Maalesef artık ben de annemin öldüğü yaşa geldim. Çok şükür aklım henüz yerinde, dünya yaşımı genç olarak bile niteliyor ama bedenim bunun böyle olmadığını bana hep fısıldıyor. Bel ağrılarım, kilolarım, tepemdeki serinlik bana günlerin hızla geçtiğini gösteriyor.
Çocukluğumda tabii ben de böyle değildim elbette, ömrüm ağaçların üzerinde geçti diye yemin etsem başım ağrımaz. İlaç yüzü görmemiş o doğal meyveleri dallarından seçerek koparırdık, havada gram toz olmadığı için onları hiç yıkamadan öylece ısırır yerdik.
Büyük şehirlerde yaşayanlar, şimdi bu dediğimi yapın da göreyim. Pazardan, marketten meyve alıyorsunuz da normal günlerde bile bir süre suda tutup ilacının çıkmasını bekliyorsunuz. Bir şeyi almak için tezgâhlara bakarken kırk defa hormonlu mu diye düşünüp taşınıyorsunuz. Şimdi bu günlerde virüslü olur diye meyve almaya bile korkuyoruz.
Artık her şeyin kokusu, tadı değişti, ister domates ister çilek olsun dışı kan kırmızı olanın içi beyaz çıkıyor. Daha önceden minik olanlar devleşiyor, lezzet ise alıp başını başka diyarlara gitmiş. Tat yok, tuz yok, güven yok, herkes yalan konusunda seviye atlamış. Yüze bakıp arkadan sessizce iş çevirme, dolandırma, yanıltma, vicdansızlık yapıp sonra da kabul edilen büyük gücü kullanıp, onun arkasına saklanma. Toplumsal kuralları daha önce sanki öyleymiş gibi değiştirip bunu cahil insanlara yutturma.
Bunları görüp yaşarken, okuyup izlerken ister istemez geçmişe ve o huzurlu günlere özlem duyuyoruz. O zamanlar hepimiz yokluğun bilincindeydik, hayatlar aybaşında alınacak olan maaşa endeksliydi. Herkes yamalı çorap giyerdi, onların yırtılan ucu dikiş tuttuğu sürece defalarca dikilirdi, gömlek yakaları ve kol ağızları çevrilir tekrar giyilirdi. Ayakkabıların iki kere pençeye gitmeden sizi terk etmelerine kesinlikle izin verilmezdi. İşin doğrusu buydu. Yaşadığımız şehrin sokaklarında kendi başımıza hiç korkmadan oynardık, okulumuza siyah önlük ve beyaz yakalarımızla servisle değil güle oynaya yürüyerek güvenle gidip gelirdik.

Okullarda sınıf tahtalarına öğretmenlerimiz tarafından tebeşirle yazılan bilgileri, sarı saman kâğıttan defterlerimize, açılmaktan ufacık kalmış kurşun kalemlerimizle ciddiyetle geçirirdik. Öğretilenleri gözümüzle görür ve elimizle de yazardık, bu sayede okumayı ve yazmayı da çok iyi öğrenirdik. Zamanı geldiğinde her öğrenci gibi okul kooperatifinde görev ve sorumluluk alırdık.
Bizim nesil ilkokulun başında öğretilen çarpım tablosunu ezbere bilir, aklımızdan her zaman kolayca hesap yapabiliriz. Marketlerdeki kasiyerlerin bunu abartmalarını ise anlamakta zorlanıyorum, sonuçta üç beş şeyi aklımdan toplayıp çıkartıyorum. Çocukluğumuzda evimize şimdi olduğu gibi o zaman da her gün gazete girerdi. Ülkemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri oradan okuyup öğrenirdik. Çoğumuz okunmuş olan eski gazete kâğıtlarından unla yapıştırıp kesekâğıdı yapar, okul harçlığımızı çıkarmak için muhakkak gidip pazarlarda onları esnafa satardık.
Şimdi çocuk ve gençlerin tüm önemli anları, neredeyse her dakikaları dijital belleklere kaydediliyor. Fotoğraf makineleri, kameralar, telefonlar yani her şey onların yaşamlarını belgeliyor. Onlar artık sınıflarda tahtada yazılanların sadece resimlerini çekiyorlar, yazmak çok demode bir şey. Ancak mesaj olayı bambaşka, ellerinde cep telefonlarıyla sürekli bir şeyler yapıyorlar. Sokaklarda kendi kendine konuşup gülerek yürüyen insanlara bizim zamanımızda deli denirdi. Şimdi bütün insanlar delirmiş sanki ama bu teknolojik bir olay, kulaklık denen bir kavram var.
Yaşam gerçekten kolaylaştı, çamaşır, bulaşık gibi vakit alan işler makinelere devredildi. Annelerin büyük kâbusu olan bebek bezi olayı artık sıradanlaştı. Ancak milyonlarca insanın yaşadığı şehirlerde artık küçük bir bahçe bile büyük bir lüks. Yataklar, yorganlar ve yastıklar doğal olarak yazın güneşe çıkarılamıyor ve yünleri bahçede hallaçlar tarafından çırpılamıyor ama çok şükür yaylı ergonomik modern yataklar var.
İçi saman dolu, tahta sedirlerin sert arka yastıklarını eminim çoğunuz hiç görüp kullanmamıştır. Şehirlerde evde yer yataklarında kaç kişi birlikte kaç gün yatmıştır bilemiyorum ama bizler öyle yetiştik. Çoğu zaman yemek yediğimiz yer sofralarında gaz lambaları ışığında derslerimizi çalışıp ödevlerimizi hazırlardık.
Telgraf kullanılan zamanları hatırlıyorum da aslında ne kadar önemli bir olaymış. Evde yemek yeniyor, belli ki önemli bir kutlama yaşanıyor. O arada pat kapı zili çalınıyor, kapıyı açıyorsunuz karşınızda omuzunda çantasıyla postacı. Telgrafınız var, dediğinde yaşanan o heyecanı şimdi bile içimde hissedebiliyorum.
İmzayı atıp birbirinin içine ters geçirilmiş yarım kâğıdı açıyorsunuz.
‘Seneyi devriyenizi kutlarız. …Ailesi’
Nezaketi ve inceliği görebiliyor musunuz?

Şimdi aynı evin içinde yaşayan insanlar hayatlarındaki önemli günleri bile unutuyor.

Bayramlarda postanenin önünde açılan tezgâhlardan kart seçtiğim günleri çok iyi hatırlıyorum. Bütün büyüklerimize, yakın olalım veya olmayalım her bayram muhakkak kart yazıp postayla gönderirdik. Günümüzde hayat tamamen sıradanlaştı, şimdiki nesil bu kadar ince davranmayı akıl bile edemezler. Böyle incelikler yerine daha hızlı haberleşip çok kelime üretmenin peşindeler, sesli harfleri atmalar, kelimeleri kısaltmalar. Yeni oluşan plaza edebiyatı, yabancı terimlerin dayanılmaz hafifliği. Sürekli çekilen ve anında paylaşılan resimler, videolar, beğenmeler, altında mesajlar.
Bütün bunları gördükçe ne düşüneceğimi şaşırıyorum. Bakıyorum da bizim tüm çocukluğumuz sene başına iki siyah beyaz fotoğraftan hesap edilirse, toplamda da on beş fotoğrafı bulmuyor. Üstelik çoğu da netlikten uzak ve sararmış siyah beyaz resimler. Yemin ediyorum köpeğimin bile benden çok fazla çekilmiş resmi vardır, kayıt edilmiş videoları ise hiç saymıyorum. Biliyor musunuz ben yolun yarısına geldiğimde, henüz çekilmiş bir saniyelik videom bile yoktu.
Doğumlarımız ise büyük bir sır içinde gerçekleşirmiş, cinsiyeti hiç kimse önceden bilemezmiş. O zamanlar ultrason gibi görüntü sistemleri yokmuş. Eski nesillerin ve bizlerin çocuklukları sadece anlatılanlarda hayat buluyor. Kıyıya köşeye konulmuş bir kayıt yok belge yok, fotoğraf deseniz o da hak getire.
Bizler aslında radyo devrinin aydın cumhuriyet çocuklarıyız. Günün belirli saatlerinde açılan, üzerine nakışlı örtüler yakıştırılan, göstermeden dinletip hayaller kurduran o radyonun zamanındanız. Küçük dünyalar içinde büyüyerek, okuyup öğrenerek bir şekilde bu günlere ulaşmışız. Büyüklerimiz ve öğretmenlerimiz tarafından sorumlu ve disiplinli kişiler olarak yetiştirilmişiz. Şimdiki nesilden çok daha gerçekçiyiz, sınırlarımızın neler olduğunun kesinlikle farkındayız. Olmayacak beklentilerin, bizi hayal kırıklığına uğratabileceğinin bilincindeyiz. Öteki taraflarda değil bu dünyada yaşarız, borçtan ve yalandan ödümüz patlar, iftiraya uğramaktan deli gibi korkarız.
Büyüklerin gözünden hayat size sıradan ve eski gelecektir ama kendi adıma her fırsatta yazıyorum, insanlar içlerinde kendileriyle ilgili bir şeyleri muhakkak buluyor. Ben o okulda okumuştum, ben de o yaz oradaydım, şunu hatırlıyor musun gibi geri dönüşler beni mutlu ediyor. Bir gün ben de geldiğim gibi bu dünyadan gideceğim, hafızamda yer alan görüntüler de benimle birlikte usulca uçup gidecekler. Belki yazdıklarım bazılarına bir şeyler hatırlatıp gülümsetecek, belki de kızdıracak ama ben zihnimdekiler kaybolmadan yazıyorum. Yazmaya da aklım yerinde olduğu sürece bıkmadan devam edeceğim.
Sevgi ve saygılarımla, lütfen evde kalın ve sağlıklı olun,
Çocukluğuma döndüm… Kaleminize sağlık… Zerafet ve nezaketle…
BeğenLiked by 1 kişi
Yorumunuz için teşekkür ederim, çok naziksiniz.Sizleri bir nebze de olsa bu ortamdan çıkarıp eski neşeli günlere götürebildiysem ne mutlu bana!
BeğenLiked by 1 kişi
Ah ah… ne güzel anlatmışsınız yine her zamanki gibi.. Hangi birine yorum yapayım 🙂
Alışverişiniz 42 Lira tuttuğunda “2 Lira vereyim mi” diye sormanızın sebebini bile anlayamıyorlar şimdilerde 🙂
BeğenLiked by 2 people
Yorumlarınıza gerçekten minnettarım. Hayat artık eskisi gibi değil, ileriye gitmek yerine geri vitese takılmış durumda. Eğitim kimilerine göre süper ama çocuklar ve gençler iki ile ikiyi bile toplayıp çarpamıyorlar. Ben bayramlarda PTT önlerine açılan sergilerden o kart seçip attığım günleri çok özlüyorum. Çok komik ama neyse güzel yorumunuz için tekrar çok teşekkür ederim.
BeğenLiked by 1 kişi
Nasıl uzun süre direnip de yılbaşı kartı atmaya devam ettim bilseniz.. En son yana yakıla kart seçip her bir sevdiğime apayrı, kendine özgü cümlelerle bezenmiş, özenle kişiselleştirilerek yazılmış kartlarımı postaya verip heyacanım tavan yaptığında, dünyanın dört bir tarafına yolladığım 40 kartın sadece yarıya yakınının sahibine ulaştığını öğrenmek bu zevkimin sonu oldu. Kanada’nın bir adasındaki köye ulaşmıştı da kartım İstanbul’da bir plazanın yolunu bulamamıştı mesela. PTT… Plaza da kalmadı gerçi şimdi 🙂
Güzel yazılarınıza yorum yapmamak elimde değil Gürcan Bey. Bazen fazla konuşup ayıp mı ediyorum diye düşündüğüm bile oluyor. Güzel günler dilerim.
BeğenLiked by 1 kişi
Düşüncelerinizi ve anılarınızı paylaşmanız çok güzel, neden çok konuşuyor olasınız ki? Ben yalnız olmadığımı gördükçe çok seviniyorum. Size de eşinize de selam ve sevgilerimle sağlığınıza dikkat lütfen.
BeğenLiked by 1 kişi
Çok teşekkür ederim. Siz de dikkat edin. Sevgiler.
BeğenLiked by 1 kişi
Çoook tatlı bir yazı… Herşey çok çabuk değişti. Sokakta eli kulağında birini ilk gördüğümde ki şaşkınlığım aklıma geldi. Kocaman telsiz telefon gitmiş yerine avuç içi kadar telefon gelmiş. Hala gülerim. Ve süslü tebrik kartları değil ama birkaç tebrik telgrafı saklamıştım hala durur. Ne güzel günlerdi. Fotoğraf konusu ayrı bir sorun. Zaten çocukluktan kalan iki tane 3-4 yaş fotoğrafım bir iki de ilkokul fotoğrafım var. Ama bolca yazdığımız yazılarımız var hayatta kalacak. İyi ki yazıyorsunuz.Şimdi okuyoruz, yarın da okuruz. Selam ve sevgiler…
BeğenLiked by 1 kişi
Önce tekrar yazıyı baştan sona okudum, aklıma hemen en son Edirne’de Postaneyi gördüğümüzde kartların konulduğu yerleri karıma gösterdiğim geldi. Ona anlatırken ben yine hayalimde orada iplerin arkasından kartları çıkarıp bakıyordum. Son tegrafımı ise 1984 yılında Denizli’de askerlik görevimi yaparken aldım, hâlâ da saklarım. ‘Ailece doktoranı kutlarız. Baban.’ Bir daha da telgraf almadım. Askerde bir gece yarısı heyecanla uyandırıldım. ‘Komutanım, hastalanan bir asker var!’ Yani ben işletme konusunda doktora yapıyordum ama tıbbi konularda bilgim yoktu ama askerler için her şey düz çizgideydi, yani anlatana kadar da zorlanmıştım. Geçen gün üniversiteden Kamile isimli bir arkadaş eski bir resim gönderip altına da yazmış, ‘Bil bakalım bu kim?” Fotoğrafta bayram elbiseleri giyen küçük bir kız. Kamile ile geçen seneye kadar hiç konuşmamıştık, Meğer çocukluğumuz Edirne’de aynı mahallede geçmiş, resimdeki kızı bildim, Matmazelin evinin arkasında elma bahçeleri olan Alev’di. Hayatı seviyorum, sürprizlerine de artık alıştım, onunla boy ölçüşemeyeceği mi de iyi öğrendim. Başınızı ağrıttım, özür diliyorum. Destekleriniz için müteşekkirim, selam ve sevgilerimle.
BeğenLiked by 1 kişi
Yazılarınız kendini okutuyor zaten desteğe ihtiyacı yok Gürcan Bey.👌Yazılarınızı keyifle okuyorum. Yorum yazmakta da hiç zorlanmıyorum. Aldığım cevaplarla da mutlu oluyorum. Ben üçüncü romanı bekliyorum.
BeğenLiked by 1 kişi
Bu gün arkadaşım merakla sordu, ‘Ünlü yazarlar romanların aslında kendi kendisini yazdığını söylerler doğru mu?’ Ben ünlü değilim ama söylenen doğru dedim. Bu arada üçüncü kendisini yazmaya henüz başlamadı. Biraz sıkıntılı gibi bakalım günler neler gösterecek?
BeğenLiked by 1 kişi
😁 Arkadaşınızın sözü doğru olabilir. Gerçi benim hiç roman denemem olmadı ama. Sizin üçüncü romanın yazım zamanı henüz gelmemiş demektir. Bekleriz…
BeğenLiked by 1 kişi
Yorumunuzu dışarıdayken gördüm, yürürken aklıma geldi, ben aslında büyük bir çalışmanın içindeyim. Masal gibi hikayeleriyle başlayan otobiyografide oldukça yol aldım, hikayelerim mevcut, onları sadece tarihsel olaylarla birleştirme çabası içindeyim. Geçmişte yakınlık duyduğum kişiler yaşadığı için içinde belki bir aşk hikayesi yok ama kronolojik olarak baktığımda neşeli bir çalışma. Galiba bu çalışmanın ilk cildi sonlanmadan ben yeni bir çalışmaya geçemeyeceğim. Selam ve sevgilerimle.
BeğenLiked by 1 kişi
Bahsetmiştiniz. Haklısınız yoğun ilgi isteyen bir çalışma. Üstelik dikkatsizliğimi mazur görün zaten otobiyografik bir roman yazıyorsunuz. Ben sözümü düzeltip dördüncü romanı da bekleriz diyorum. Kolay gelsin. Selam ve sevgiler bizden.
BeğenLiked by 1 kişi
Alev Hanım, rica ederim lütfen esas siz beni mazur görün, çünkü üçüncü diyen benim. Bu çalışmayı başta bu amaçla yazmaya başlamamıştım ama karşılaştığım otobiyografiler beni bu yöne doğru sürükledi. galiba bitirmek zorundayım. 🙂 Bu arada okuduğunuz hikayeleri bu çalışmanın birer parçası olarak görürseniz lütfen şaşırmayın. Bu arada gmail adresinize bir link yolladım, bilginize.
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederim. Hemen bakıyorum.
BeğenBeğen