İskeleye yanaşmış olan çocukluğumdan beri bildiğim ve bindiğim vapurlardan birini görünce sevindim. Salonda çok eskilerde olduğu gibi televizyon yok, beklerken Muppet Show ile günüm şenlenmiyor. Kapıların açılmasıyla birlikte kalabalıkla birlikte ben de metal iskelelerden geçip vapurda üst kata çıktım. Art arda sıralanmış uzun tahta koltuklardan deniz kenarı henüz boş olan birinin ucuna iliştim. Vapurların isimleri sürekli olarak değiştirildiği için artık her şey birbirine karıştı, şu ân hangisinde olduğumu bilmiyorum.
Sabahları baca kenarında arkadaşlarla sohbet ederek okula gittiğim günler de çok gerilerde kalmış. Vapurun keskin düdüğünü çalmasıyla beraber, gemi içinde hafif bir sarsıntı hissedilmeye başlandı. Büyük pervanelerin denizi gürültülü bir şekilde dövmesi arka taraftan net bir şekilde duyuluyor. Arada suyun üzerinde yüzen çöpler gözüme batsa da, bu çok kirli denizde burnum iyot kokusunu hafiften alıyor. Makineleri kuvvetle çalışan vapur, halatlara yaslanarak burnunu iskeleden açmaya çalışırken, kopacak kadar çok gerilen halatların çıkardığı gıcırtılı sesler yukarıdan bile işitiliyor.

Vapur iskeleden ayrılıp normal rotasını tutunca, tam yola geçip hızlandı. Her yana konulmuş olan hoparlörlerden yapılan anonsu duyunca sürekli olarak kontrol altındaymışız duygusuna kapıldım. Bu kısa yolculuğun en güzel tarafı sessizliği paylaşmaktı, sohbetler derine inmez, memleket kurtarılmaya çalışılmazdı.
Şimdi Haydarpaşa mendireğinin açığından ilerliyoruz, puslu ama normal serin bir gün yine. Yan yana asker gibi dizilmiş olan Karabataklar, kanatlarını kurutmak için iki yana açmışlar. Kayaların üzerinde hiç kıpırdamadan öylesine duruyorlar. Etraflarından geçen gemiler ve motorlar, herhalde onları pek fazla ilgilendirmiyor.

Elinde üstü bardaklarla dolu olan bir tepsi ile gelen çaycıyı görünce seslendim,
“Buraya da bir çay verir misin?”
Tepsinin üzerince kartondan yapılmış kaba bardaklardan birini uzatırken şeker isteyip istemediğimi sordu. Evet, deyince tahta ince bir karıştırıcı ile birlikte kâğıda sarılı tek kesme şekeri uzattı ve ücretini ödemem için bekledi. Rengini bile tam olarak göremediğim, demli çay kokusu bile olmayan karton bardağı bir kenara koyup cüzdanımdan para çıkarıp verdim.
Eski günleri hatırlıyorum da tepsi ile yanıma gelen çaycı, hızlı hareketlerle üst üste duran kırmızı kalın çizgili beyaz porselen çay tabaklarından birinin içine bir bardak çay koyup yanına da kâseden eliyle aldığı iki küp şekeri attıktan sonra bana uzatırdı. Ardından da hiç beklemeden ona seslenen başka bir yolcuya doğru hızlı adımlarla yürürdü.
Etrafta çaylarını alanlardan kimileri hemen sigaralarını çıkarıp yakarlardı, şu on beş dakikalık sürede çay keyfini sigara içerek tamamlamak insanların sevdiği bir alışkanlıktı. Vapurdaki çay kültürü böyle bir şeydi, çaycı tepsisindeki çayları dağıtır ve arkasını döner giderdi, ücretlerini ise çay bardaklarını toplarken alırdı.
Bu günlerde insanlar bir çay parasını bile vermekten imtina ettikleri için ücretleri peşin topluyorlar. Çaylarını alanlar yanında bir sigara bile yakamıyorlar, çünkü yasak. Hâlbuki bu çok güzel bir gelenekti ama…
Bence vapur yolculuğunun en güzel tamamlayıcısı bir bardak sıcak çaydır, bunu bütün eski vapur yolcuları da iyi bilirler. Çay denizi, tekneleri, etrafı seyrederken hayaller kurmanın en güzel yoludur.
Havalar soğuk olduğunda vapurun üst katında kapalı alanın ön tarafında yer alan çay ocağının orada yer bulursam otururdum. Her tarafı sarmış olan demli çay kokuları arasında, yaşanan hareketi izlerdim. Ocakçının doldurduğu çaylar, onları yolculara dağıtanların bir ân önce gidip dağıtma telaşları, sesler ve gürültüler arasında o yolculuk sanki hayal gibi geçerdi.

Ücretini ödeyip aldığım çayımı sessizce yudumlarken bütün bunlar aklımın bir kenarından geçip gitti O arada işittiğim kuş sesleriyle başımı çevirdim. Kalın tiz sesleriyle bağıran beyaz martılar, vapurun etrafında daireler çizerek uçuyorlar. Belli ki yolculardan, onları simitlerle besleyenler var. Onları böyle dünya üzerindeki en acımasız ve vahşi yaratıklar olan insanlara yaklaştıran, denizlerde hızla yok olan canlı yaşam mı yoksa onların da hazıra ve tembelliğe şartlandırılmaları mı?

Bu soruların cevabını tam olarak bilemiyorum ama martıların da artık bu tehlikeli yaratıklara, yani insanlara bağımlı oldukları kesin. Onlar ne yazık ki vapurların, balıkçı teknelerinin ve hatta balık satanların tepelerinde dolaşıp, karınlarını doyuracakları bir parça artık yiyeceğin peşindeler. Yazlıkta balıkçının geldiğini gerçekten de havada daireler çizerek uçan onlarca martıdan anlıyoruz.

Yüzüme vuran soğuk havayla gayri ihtiyari irkilince, silkelenip kendime geldim. Kız kulesine gelmişiz de, farkında bile değilim! Hayatımız da böyle farkında bile olamadan akıp geçmiyor mu? Uzaktan Boğaziçi Köprüsü’ne bakarken, üzerinde karıncalar gibi akan trafiği ve arabaları gördüm. Yaşam hızla devam ederken, ben yine dalıp gittim.

60’lı yılların başlarında Büyükdere iskelesinden Eminönü’ne gitmek için uzun bacalı, kara dumanlar çıkaran Halas, Altınkum, Kalender, Sarayburnu gibi vapurlar çalışırdı. Annemin yanında durur, biletlerimizi kesen adamı geçince yolcuların arasından sıyrılıp soluğu demir kapıların önünde alırdım. Eğer vapur iskeleye yanaşmışsa bacasından çıkan dumanları ve yolcuları izlerdim. Yeni geliyor ve yanaşmaya başlamışsa manevraları, halatların atılıp bağlanmalarını ve iskele sürülmesini heyecanla takip ederdim.

Kapılar dışa doğru açılıp, vapur yolcu almaya başlayınca, annemin ‘oğlum bekle!’ sözlerini duymaz önden koşturmaya çalışırdım. Özellikle cam kenarı veya denize yakın yere yerleşmek için acele ederdim, çünkü vapurun iskeleden ayrılmasını izlemeye bayılırdım. Aslında vapurda doğal olarak denize yakın ve etrafı daha güzel görebileceğim dışarıda kenardaki sıralarda oturmak isterdim ama bu isteğim pek olmazdı. Annemin gözünün önünde olmamız için muhakkak karşılıklı oturma yerleri olan bölümlerde otururduk.

Üzerimizde bulunan kalın tentenin gölgesinde muhakkak ayakta dışarıya bakardım, bazen berrak denizde birlikte yüzen balıkları, bazen de martıları izlerdim. Yolcu girişindeki kapılar kapanınca, iskelede görevli şapkalı amcanın çaldığı düdüğe vapur kaptanı gemi düdüğünü çalarak cevap verirdi. Çok gördüğüm için biliyorum, önce bacanın yanındaki bir borudan buhar yükselir, ardından da o ses gelirdi,
‘Vuuut,’
Çok ilginç ama etkileyici bir düdüktü, ne zaman çalsa içim bir hoş olurdu, çıkan bu sese bayılıyordum.
İskelede bulunan çımacılar önce yolcuların vapura inip binerken kullandığı tekerlekli tahtaları iskeleye çekerlerdi. Vapurun makineleri çalışırken, verilen talimatlarla halatlar da çözülüp gemiye alınırdı. Gemi ile iskelenin tahtalarının birbirlerine sürtünmesiyle oluşan gıcırtıların eşliğinde vapur iskeleden ayrılır ve arkasında siyah bir duman bırakarak yol almaya başlardı.

Vapur denizde süzülerek Kireçburnu’na doğru yol alırken, iki yandan köpükler saçılırdı. Hafif esen rüzgâr yüzümüzü yalayıp geçerken, gözüm hemen benim her gün vapurları seyrettiğim, yeşillikler içindeki uzun saatler boyunca oyun oynadığım tepeye kayardı. Şimdi o yemyeşil tepeyi, yüksek duvarların arkasındaki büyük evi vapurdan izlemek daha farklıydı. Boğazda evler deniz kenarında yapılmıştı, tepeler ise çeşitli büyük ağaçlarla kaplıydı. Kıyılara yapılmış olan dalyanlar ve köşelerindeki uzun gözleme sırıkları benim için ilgi çekiciydi.
Boğaz boyunca iki kıyı arasında değişik iskelelere gidip duran vapurun yolu uzun olduğu için onu gizlice görüp incelemeye zamanım olurdu. Anneme, ‘ben vapuru gezmek istiyorum,’ desem ‘otur oturduğun yerde, muhakkak gözümün önünde olacaksın, kaybolma,’ diyeceğine adım gibi emindim. O kafamın dikine giden biri olduğumu bu güne kadar yaşadığı sayısız tecrübelerle iyi biliyordu.
Bir seferinde bindiğimiz bir minibüsten kendi kendime karar verip yolcularla birlikte inmiştim. Allahtan bunu çabuk fark edip minibüsü durdurmuşlar, açılan kapıdan geri dönmem için bana seslenmişlerdi. Hele bir boğaz vapurunda, bu kadar çok fazla iskeleye uğramak söz konusuyken benim göz önünde bulundurulmamda büyük yarar vardı. Özellikle vapur iskelelere uğrayıp yanaştığında yerimden kımıldama iznim yoktu.
Ben de itiraz edemeyeceğini bildiğim için gemi yol alırken sıkça tuvalete gitme bahanesi yaratırdım. Tuvaletler vapurun arka tarafında altta olduğu için üst katta sona kadar yürürdüm. Açık güvertede gazetelerini okuyup sigara içen amca ve teyzelerin arasından geçip, oradaki dar merdivenden aşağıya inerdim.

O sahanlıkta en arkada tahtadan boyum kadar büyük bir dümen bulunurdu. Tuvalete girmek yerine bir süre ona dokunur incelerdim, kaptan olduğumu ve dümeni kullanıp gemiyi idare ettiğimi hayal ederdim. Daha sonra beyaz boyalı demirlerin ve kalın cankurtaran simitlerinin arasından göremediğim pervanelerin denizi köpürtmesini izler, yayılan deniz kokusunu içime çekerdim. Etrafa sıçrayan suların çıkardığı gürültülü sesi bazen gözlerimi kapayarak keyifle dinlerdim.

Geç kalıp azar işitmemek için tuvalete girdikten sonra bu sefer de alt katta desenli camlarla ayrılmış olan birinci mevki kapısını açar oraya girerdim. Pirinçten lambalarla aydınlatılmış küçük masaların etrafına konulmuş deri koltuklar, oraya yerleşmiş şık giyimli hanım ve beyleri görürdüm. Kimileri gazetelerini okur, çaylarını ve sigaralarını içerlerdi.
Onları seyrederek aradan geçer ve iki taraflı uzun deri koltukların arka arkaya konulduğu salonda kendimi bulurdum. Uzun koltukların üzerinde eşya konulmak için yapılmış kenarları sarı pirinçten olan ağ şeklindeki yüklükleri her sefer yeniden görmüş gibi incelerdim. Bazen boş koltuklarda cam kenarlarına birkaç dakikalığına da olsa oturur, oradan geçen gemileri, balık tutulan sandalları seyrederdim.
Yarım saat sonra tekrar tuvaletim gelirdi, bu sefer alta inip makine dairesinin yanından geçerdim. Açık olan camdan aşağıda çalışanları ve makineleri izlerdim. Sonra dışarıda yan yana oturanların önünden geçerek tuvalete ulaşırdım. Benim de vapur içinde değişik gezi rotalarım vardı, önemli olan hareketti.

Vapura ilk bindiğim zamanlarda çocukken yerimden annemin uyarılarıyla yeterince kımıldayamasam da yıllar ilerledikçe özgürlüğüme kavuştum. Nereden olursa olsun her bindiğimde farklı yerlerde keşifler yapıp kendimce keyifli dakikalar geçirirdim.

Ortaokul son sınıfta yaz tatilinde babam beni Eminönü Mısır Çarşı’sı içinde bulunan, Malatya Pazarı kuru yemişçisinde çalışmak üzere verdi, biz de Kadıköy Feneryolu’nda oturuyoruz. Üç ay boyunca haftanın altı günü sabah doğan güneşin ışıkları altında Eminönü’ne giderken, akşam batan güneşin kırmızı tonları altında Kadıköy’e geri döndüm. Her gün keyfimce bir yere ilişir etrafı seyrederdim, bazen makine dairesinin camından içeriye bakarak gider, bazen üst güvertede çekik gözlülerin ürettiği ürünleri satan Burhan Pazarlama’yı dinlerdim. Yine de favorim ister aşağıda ister yukarıda sadece açık havada gidip gelmekti.

Daha sonraki birkaç yıl her gün vapura sık binme şansım olmasa da arkadaşlarla Adalara giderken veya karşıya geçerken bindiğimizde bazen en alt katta bodrumda seyahat ettiğimiz bile olurdu. Gruba uyum gösterip karanlıklarda onlarla birlikte yol alsam da kendi başıma bunu hiç tercih etmedim.

Eğitime başladığım üniversite Beyazıt’taydı, oraya giderken de muhakkak vapuru kullanmak zorundayım. Bu durum beni çok mutlu etti. Sonbaharda eğitim başladı, ilerleyen günlerde havalar da soğuyup sertleşmeye başladı. Önce sis ile tanıştık, bembeyaz örtü her tarafı kapladığında denizden sadece düdüklerin seslerini duyardık, yeni nesil radar henüz gemilere monte edilmediği için sisin azalıncaya kadar gemiler işlemezdi. Zamanında yetişmemiz gereken bir işimiz olmadığı için deniz kenarındaki çay bahçelerinde oturup çay içer ve sisin deniz üzerinden dağılmasını beklerdik.

Lodosun kuvvetli olduğu zamanlarda ise vapur kaptanlarının rotayı açığa vurdukları günleri hatırlarım. Köpüklü dalgalar Kadıköy Evlendirme Dairesinin uzantısında bulunan mendireğin üzerinden aşarken ben nedense korkmazdım. Fırtınada vapura binerken alt kat pencerelerinin dışarıdan metal kapaklarla kapatıldığını görürdük. Vapur dalgaların tesiriyle iskelede yükselir iner bazen de iskeleye çarpardı. Ben İstanbul’da fırtınada batan bir gemi haberi duymadığım için kaptanlara güven duyardım. En çok vapur açıkta dönerken dalgayı yandan aldığında sallanırdık ama sağ salim gideceğimiz yere varırdık.

Eminönü’nden Kadıköy’e Dolmabahçe vapuruyla geçerken, o dalgalı denizde bata çıka yol alırken, üst katın içinden deniz sularının girip aktığını görmüşlüğüm vardır. İki yana yalpa yapan teknede ayakta durmak bile zorken, yukarıda baca kenarında rüzgârla birlikte tuzlu su serpintilerinin üstümüze vurduğunu bilirim.

Gemide yapılan anonsla daldığım hatıralardan sıyrıldım. Kafamı kaldırıp etrafıma bakınca vapurumuz Karaköy iskelesine gelip yanaştığını fark ettim. Ben de usulca oturduğum yerden kalkıp sessiz kalabalığa karıştım.
Çok güzel bir yazı olmuş çocukluğumu yeniden yaşadım kaleminize sağlık. Bu vesile ile ailecek sağlık dolu huzurlu yeni yıl diliyorum.🎄🎄🎄
BeğenLiked by 1 kişi
Öncelikle güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Eşim ve ben de sizlere sağlıklı, mutlu ve huzurlu güzel bir yıl diliyoruz.
BeğenLiked by 1 kişi