İnsanın bir devlet dairesinde hak kazandığı kadronun peşinden gitmesinden daha doğal bir şey olamaz, ben de öyle yaptım. Askerlik zamanım geldiğinde doğal olarak kendi beklentilerime uygun olan en kısa süreyi seçtim, yani sekiz aylık kısa dönemi. Peder Bey astsubaydı ve oradan de emekli oldu, yıllarca vazife aldığı kurumu ve işleyişini de çok iyi biliyor. Benim yedek subay olarak askerliğimi yapmamı çok istedi ama yapacak bir şeyi de yoktu. On sekiz ay olan yedek subaylık aslında çok avantajlıydı, maaşını alıp memur gibi askerlik yapılıyordu. Günün 24 saatini aynı birlik içinde geçirmek zorunluluğu yoktu.
Yüksek Lisans tez imtihanını tamamlayıp Denizli’ye gittiğimde işimin öyle pek kolay olmadığının farkındaydım ama amacım İstanbul’a en kısa sürede dönmekti. Asistanlık hakkımı kaybetmek istemiyordum, YÖK’ün ne zaman kadroları açacağı meçhuldü. Peder Beyin bağırış çağırışlarını kulak arkası ettim ve Denizli otobüsüne binip yola çıktım. Otobüsün içinde ve sabah indiğim garajda benim gibi kısa dönem askerlik için gelen birçok kişiyle karşılaştım. Birliğe teslim olmak için akşama kadar zamanımız olduğu için şehri gezip tanımaya gayret ettim.
Daha nizamiye kapısında çantalarımızı açtırıp içinde bulunan vitaminleri ve ilaçları aldılar. Gruplar halinde eğitim göreceğimiz tabura götürüldük, kayıtlarımız alındıktan sonra orada beklemeye başladık. Burada sekiz aylık askerlik yapmaya gelen ilk grup bizlerdik, eğitim alayının çavuş talimgâh taburunda askerliğe adım attık. Gece verilen elbiseleri aldık ve belirlenen koğuşta dolap ve yataklarımızı öğrendik.
Eğitim ertesi sabah hızlı bir şekilde başladı, ilk günler yemeklere alışamadık, kaslarımız yoğun sporla birlikte canımıza okudu. Koğuşlarda kesif bir ter ile ben guy kokusu hâkimdi ama günler ilerledikçe uyum sağlamaya başladık. Her istediğinizde banyo yapma lüksümüz yoktu, belirlenen gün ve zaman aralığında tabur hamamına gitme hakkımız vardı. Bölük olarak gidip sıramız geldiğinde de hızlı bir şekilde yıkanırdık.
Benim hamam kültürüm yoktur, dışarıdaki hamamlara gitmeyi de sevmem. Evde normal olarak banyo yaparken soyunur öyle suyun altına girerim, burada da öyle yaptım. Çok geçmeden çavuşlar tarafından uyarıldım, çamaşırımla birlikte yıkanmam gerekiyormuş. Benim bir korkum yoktu ama kurallar öyleymiş, mecburen uyduk.
Eğitim alanlarında günler ilerledikçe bir şey ortaya çıktı, parlak güneş ışığından gözlerimi hiç açamıyorum. Gözlerimi sürekli kısıyorum ve sulanma var. İlk fırsatta doktora gitmek için ismimi yazdırdım ve izin verilince de askeri hastanedeki göz doktoruna götürüldüm. Sıram geldiğinde tabip albaya durumumu kibarca anlattım, beni muayene etti ve reçetemin arkasına açıklayıcı bir yazı ekledi.
‘Güneş gözlüğü takması tıbben gerekli ve elzemdir.’
Bu yazının altına da imza ve mühür ekledi.
Günlerdir spor eğitimi ve yürüyüşlerle birlikte o kadar fazla enerji harcıyoruz ki haddi hesabı yok. Sadece üç öğün yemekle kaybettiklerimizi yerine koyamayız, kantinden enerji verecek tatlı bir şeyler alırken gördüğüm şeyle gözlerim açıldı. Büyük parçalar halinde satılan baklavaları yarım ekmek içine koyup yiyenler vardı. Hiç olur mu öyle şey derken ben de dayanamayıp denedim, yarım ekmek içi iki baklava, sonrasını ise hiç anlatamam resmen gerçek dışı bir rüya gibiydi. Yorgunluktan kan şekerimin düştüğü günler muhakkak bu sandviçi yaptırırdım. Kilo alma şansı yok, çünkü yenilenler hızlı bir şekilde vücutta yakılıyor.
On beşinci gün yemin töreni için annem babam ve kız kardeşim gelmişlerdi, yanlarında rayban güneş gözlüğümü de getirmişlerdi. O gün yapılan tören ve resmigeçit sonrasında ailelerimizle birlikte bizler de çarşı iznine çıktık. İlerleyen günlerde yabancısı olmadığım askerliğe güneş gözlüğümle birlikte iyice adapte oldum. Köşelerdeki askerlerle dostane ilişkiler kurdum ve alayın her yanında rahat ettim. Çayhanelerde demlikle verilen çayları sırasız ve demli aldım. Alayın çeşmelerinden her daim buz gibi akan dağdan gelen kaynak sularına ise hiç doyamadım.
İki aylık eğitimin sonunda bizleri alay içerisindeki taburların bölüklerine on beşer kişi kadar dağıttılar. Hatta dağıtımı da alay komutanı tek tek yaptı, ben verildiğim kaloriferli, betonarme binalarda kalınan çavuş talimgâh bölüğü sırası yerine gidip anlaştığım arkadaşlarımın olduğu metal barakalarda kalınan makineli tüfek bölüklerinden birinin sırasına girdim.
“Git nereye gönderildiysen oraya, bizim askerliğimizi de yakacaksın,” diyorlar başka bir şey demiyorlar ama onları dinlemedim. Ben bir karar verdim ve burasını seçtim. Çavuşların ve diğer sekiz aylıkların korkularına kulak bile asmadan orada kaldım, kimse de beni oradan zorla çıkaramadı. Bölük defterine kaydımı yapan bölük çavuşları büyük bir şaşkınlık içindeydi. Yaptığım bu hareket beni gözlerinde başka bir yere koymalarına yol açtı, benimle olan ilişkilerinde her zaman daha dikkatli ve tedbirli oldular.
Yeni bölüğümüzün komutanı da Diskocu Sabri lakabı olan sert görünüşlü bir yüzbaşı, diskonun anlamı da hapis yani disiplin koğuşunun kısaltılmışı! Benim korkacak bir şeyim yok, zaten doğduğumdan beri askeri disiplin ile büyütülmüşüm. Askere gelmiş binlerce insan ile haşır neşir oldukları için komutanımız artık insan sarrafı olmuştu. Bizlerin nasıl biri olduğumuzu çok kısa bir zamanda çözüp ona göre davranmaya başladı.
Çok geçmeden bölük komutanı takımlardaki manga komutanlarını belirlerken beni de seçti, gerçekten kibar biriydi. Geçen günlerde onun aslında astlarına karşı adil davrandığını, hak edene ceza verdiğini de gördük. İşini doğru yapan, yalancılık ve sahtekârlık yapmayanlara karşı her zaman iyi davrandı. Tabii işini ciddiyetle yapanların arasında ben de olduğum için her ciddi görevde ben de seçilmeye başlandım.
Sekiz aylıkların alay içindeki taburlardaki bölüklere böyle on beşer kişi dağıtılması benim için aslında çok iyi oldu. Her bölükte muhakkak tanıdığım birkaç kişi olunca banyo yapmak için bölük sırasının gelmesini beklemem gerekmiyordu. Cehennem sıcağında çok sık banyo yapma fırsatım oluyordu, eğitim sonrası diğer bölüklerdeki arkadaşların haber vermesiyle hemen hamama koşup kendimi suyun altına atıyordum.
Yemek sonrası PTT’nin yanındaki çayhanede soluğu alırdık, çaylar içilirken sohbetler de koyulaşırdı. Cuma geceleri sinemada bazen film bazen de gelen sanatçıları izlerdik. Askerler için en önemli gösteriler ise aç aç diye tabir edilen gösterilerdi. Bazen de çok utanç verici şeylerle karşılaşırdık, sanat müziği sanatçısına bile aç aç diye bağırılması nedense bizleri utandırırdı.
Bölükteki Çanakkaleli bir çavuşla aramız bir türlü düzelmemişti, her fırsatta beni zor durumda bırakabilecek adımlar atmaya çalışıyordu. Her seferinde de çuvallıyordu, benim her hafta sonunda istediğim zaman dışarıya çıkmam onu çok sinirlendiriyordu. Nizamiye kapısından nasıl geçtiğimi aklı bir türlü almıyordu, yani oradan da kaçılmazdı ki.
Yine bir Cumartesi günü öğleden sonra dışarıya izin için çıkmıştım, dönüşte bölük berberinde ona rastladım. Yarın da kendisinin dışarıda keyifli bir kahvaltı yapacağını ama benim burada öylece bekleyeceğimi söyleyince güldüm. Yarın alayda sekiz aylık erlerin belalısı Yusuf Teğmen nöbetçiymiş, ona güvendiği kesin.
Sabah dışarıya çıkanlarla birlikte ben de nizamiyeden çıkıp şehre indim, askerlerin kahvaltı için yoğun kullandığı bir yerde onu gördüm. Gözlerine inanamadı, dışarıya nasıl çıktığımı aklı bir türlü almadı ama bence açıklaması çok basitti. İzin kâğıdımda imza vardı, dışarıya çıkarken nizamiyede kimse akıl edip üzerine tarih atmıyordu. Ben de imzalı izin kâğıdımı hep yanımda tutuyordum.
Akşam bağırsaklarımdaki gurultuyla uyandım, kazaya uğramamak için yataktan fırladım ama koğuşta büyük bir hareket var. Dışarıdaki tuvalete koşarken benimle aynı durumda olan çok fazla askere rastladım. Çanakkaleli çavuşun ahı tuttu diyeceğim ama komik olacak. Gerçekten de düşündüğüm gibi öyle değilmiş. Akşam yemeğine sabun karışmış, koğuşların içi berbat durumda, tuvalete yetişemeyenler altlarına ve yataklarına kaçırmışlar. Sonradan durumu öğrendik, meğer her dönem bunu yaparlarmış, amaç da genel olarak kuru bakliyat türü yiyeceklerle beslenen er ve eratın bağırsaklarını temizlemekmiş. Bizim meşhur çavuşu gevrek gevrek gülerken gördüm, namussuzun haberi olmuş ama sesini hiç çıkarmamış.
Haziran ayında ilk tatbikatımız için hazırlıklara başladık. Alaydan bir grup Isparta’ya diğeri de iki günlüğüne Baba Dağlarına gidecek. Ben kalan gruptaydım ve belirlenen günde tam teçhizat yola çıkıldı. Çalınan her düdükle birlikte saldırılardan korunmak için kendimizi yere attık. İlk anlarda kalkmak çok kolaydı ama sıcak havada yata kalka yol alınınca tatbikat alanına ulaşmamız zaman aldı. Her tarafımızdan resmen ter fışkırıyordu.
İlk önce belirlenen yerleri kazıp çadır için hazırlık yaptık. Kampetlerin sığacağı derinlikte ve genişlikte kazınca da üzerine iki kişilik çadırları kurduk. Çadır kontrol eden komutanlar tarafından uygun bulununca üzerimizi kuru atletlerle değiştirip soluk almaya çalıştık. Gece ışıklar içindeki Denizli’yi seyrederek ikişer saatlik nöbetlerimizi tuttuk ama sabah çadırlar arasında gezinen yabani domuzlarla karşılaştık. Belli ki onların beslenme sahasına girip onları rahatsız etmiştik, onların yollarından çekilmek için elimizden gelen gayreti gösterdik. Bazılarımız ağaçlara tırmandı, çoğumuz çadırların arkasına.
Tatbikat dönüşü beş kilo vermiştim ama Haziran sonunda şeker bayramı izni olduğu söylentisi çıkınca heyecanlandım. Hafta sonları ya Cumartesi ya Pazar sadece yarım gün izne çıkma iznimiz vardı. İnsan normal hayatın dışında olunca maalesef her söylenene sürü içgüdüsüyle inanıyor. Bir sefer hatırlıyorum şaka olsun diye terhis tarihimizle ilgili ortaya bir şey atmıştım. Bu söz döndü dolaştı tekrar bana geldi ve ben kendi söylediğimi unutup buna inandım.
Şeker bayramı izni söylenti değil gerçek çıktı, izin kâğıtlarımız dağıtıldı ve sivillerimizi depolardan aldık. Akşamüstü otobüsler alayın içine gelip arka arkaya dizilmişlerdi, hava kararırken bütün otobüsler yolcularını almış ve yola koyulmuşlardı. Hızla geçen izin günlerinden sonra tekrar geri döndük ve eğitime gelecek uzun dönem erler için hazırlık yaptık.
Yönetimimdeki mangada yirmi genç asker var, bir de sekiz aylık bir yardımcım. Kendisini yüksek lisanstan beri tanıyorum ama adamın eğitimle alakası bile yok, ilginç bir kişilik! Tembellik ve umursamazlık ruhunda var. İşin eğlence kısmına bayılıyor, her zaman kaytarıyor ve bunu marifetmiş gibi etrafına sunmaya çalışıyor.
Askerlikte sabah akşam içtima ve spor vardır, bunlardan asla kaçamazsınız. Bunlar bitince eğitim alanında mangalardaki acemi erlere eğitim verilmeye başlanır. Denizli’de yazın kavurucu güneşin altında ancak sabah eğitim yapılır, yemek sonrası akşam sporuna kadar genellikle kapalı yerlerde eğitime devam edilirdi. Sabahları spor sonrası eğitim alanına on dakika uğrayan yardımcım, soluğu çevre bölük çay hanelerinde çay sigara muhabbetlerinde alır veya ağaç kuytularında uyumaya çekilir. Onunla öğlen yemekhanede masada karşılaşırız.
O kaytarıp böyle kaçtıkça ödüllendirilmeye başlandı, zor görev ve nöbetlerde ben muhakkak seçilirdim o ise seçilmezdi. İşleri disiplinli ve ciddi yapmanın sonuçları da tabii ki bunlardı. Komutanımız doğal olarak görevlerin zamanında ve doğru olarak yapılmasını isterdi, bunları istediği gibi yapabilecek doğru adamları seçmek en doğal hakkıydı. O da kimin ne yaptığını doğru gözlemliyordu, kaytaranları, ciddiyetsizleri adı gibi biliyordu. Bunlardan sekiz aylık bir kaçını da ders olsun diye diskoya gönderdi ama bunlar yardımcıma pek tesir etmiyordu. O uslanmaz bir kaytarıcıydı, ben de maalesef onu idare eden fazla iyi niyetli biriydim.
Denizli’de kısa dönem askerlik görevimi yaparken, Eylül başında verilen kurban bayramı izniyle birlikte İstanbul’a geldim. Ailem yeni doğan torunları ile ilgilenirken ben de üniversiteye gittim. Nisan ayında tezimi verip mezun olduğum yüksek lisans eğitimi mezuniyet belgesini aldım. O arada doktora öğrenci kabulleri ve imtihan tarihleri ile ilgili bilgileri de öğrendim. İşletme Fakültesi Personel Yönetimi bölümüne uğradığımda ise benim kazandığım asistan kadrosu ile ilgili olumlu bir gelişme olmadığını gördüm.
YÖK’ün engellemesiyle henüz kadroya resmi olarak atanmamış olmama rağmen fakültede asistanlık yapma hakkı kazanmıştım. Eğer bundan sonra akademik kariyer yaparak fakültede yoluma devam etmek istiyorsam doktora eğitimine girmem gerekiyordu. Elimdeki bu imkânı düşünerek birliğime geri dönmeden önce istenen başvuru evraklarını hazırlayıp bıraktım. Peder Bey, arkadaşım Adnan’ın yardımıyla benim için gidip doktora giriş imtihanı için başvurdu.
İzin dönüşü eğitim verdiğimiz acemi erlerin dağıtımları yapılırken bizler de o arada yürüyüş eğitimlerine başladık. Tugayda komutanların değişim töreni için günlerce yürüdük, bunun sonrasında da düzenlenen tatbikat için hazırlanmaya başladık. Sekiz aylıklar ile çavuş ve onbaşılar başka bölük komutanının komutasında taarruz eğitimi çalıştık. Tatbikattaki saldırı grubunu bizler teşkil ediyorduk.
Bu sefer Baba Dağlarına değil yürüyerek Aydın tarafında bir alana yerleşim yerlerinin içinden tam teçhizatlı olarak yirmi kilometre kadar gidildi. Yine hayali uçak taarruzlarına karşı bolca yatıp kalktık, yardımlaşarak kimseyi arkada bırakmadan disiplinli bir şekilde ilerledik. Tatbikat alanında da kampetlerin yerini kazıp çadırımızın kurduğumuzda hava kararmak üzereydi.
Akşam ilk nöbet benimdi, karargâh çadırından gidip parola ve işareti almam istenince ben de hemen emri yerine getirdim. Çadıra geldiğimde Çavuş talimgâh taburu komutanı olan binbaşımız oradaydı. Kendisi kurmaylıktan gelmişti ve gerçekten çok kibar ve beyefendi bir adamdı.
Kapıda selam durup içeriye girdim, sanki asker değilmişim gibi ağzımdan kelimeler döküldü.
“İyi akşamlar Komutanım, parola ve işareti rica edebilir miyim?”
Sekiz aylık er olduğumu anlamış olmalı ki hiç bozuntuya vermedi ve kibarca,
“Hay hay,” diyerek bana işaret ve parolayı verdi. ” Komutanlarına iletirsen sevinirim.”
“Memnuniyetle komutanım, iyi akşamlar,” deyip selam verdim.
“iyi akşamlar, iyi nöbetler,” diyerek işine döndü.
Çadırdan dışarıya çıkınca biraz önceki konuşmayı düşündüm, yani olacak şey değil. Böyle bir konuşmayı kesinlikle yapamazsınız, insanı tam Türkçesi oyarlar ama diyorum ya binbaşımız gerçekten çok anlayışlı ve kibar bir kişiydi.
Tatbikatta kısa sıçramalarla saldırı görevini yerine getiren bizim bölük doğru işler yapınca oradaki komutanlar tarafından takdir edildi. Tatbikattan yürüyerek birliğimize geri döndüğümüzde kendi adıma yedi kilo vermiştim. Dönüşümüzde bölük komutanımıza bizlerden övgüyle bahsedildi ama bu bize yol su elektrik olarak geri döndü. Ne zaman bir denetim olsa bizim bölüğe getirilmeye başlandı, örnek bölük gibi sürekli hazır bir şekilde bekledik.
Bir gün tabur karargâhına çağrılınca şaşırdım, hemen oraya gittim. Bana Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünün gönderdiği resmi talep yazısını ilettiler. Birliğimden doktora giriş sınavları için bir hafta izin verildi ve imtihan öncesi hemen yola koyuldum.
Okulun artık taşındığı Rumeli Hisarüstü’nde ki yeni binada diğer doktora öğrenci adaylarıyla birlikte ilk önce İngilizce yeterlilik sınavına girdik. Ertesi gün açıklanan kazananlar listesinde yer aldığım için birkaç gün sonra da bilim yeterlilik sınavına katıldım ve sınav sonucunu beklemeden birliğime hemen geri döndüm.
Bir hafta sonra elime ulaşan pederin telgrafında sınavı kazandığım bildiriliyordu. Telgrafların katlanmış kâğıtlarını ve o kısa metinlerini severim.
‘Doktoranı ailece kutlar gözlerinden öperiz. Baban,’
Sesli harfleri yutulmuş şimdiki gençlik mesajlarına göre bence çok daha anlamlı ve güzel.
Bu telgraftan bir hafta sonra bir gece yarısı koğuşta uyandırıldım, beni uyandıran asker heyecanla derdini anlatmaya çalıştı.
“Komutanım, bir asker hastalandı, ona gelip bir bakar mısınız?”
Konu acil olunca ilk akıllarına birkaç gündür bana doktor diye hitap eden arkadaşların sözlerinin geldiği kesin. Uyku sersemi ona derdimi anlatana kadar akla karayı seçtim. Doktor onlarca doktordu ama ben daha hiçbir şeydim, sadece doktora eğitimine kabul edilmiştim o da tıp eğitimi değildi.
29 Ekim törenlerinde Denizli’de caddede yapılacak resmigeçide katılacağımızı yeniden başlayan yürüyüş eğitimleriyle anladık. Günlerce çalışıldıktan sonra hazır ve disiplinli bir şekilde yerimizi aldık ve halkın alkışları arasında bando eşliğinde yürüyüşümüzü gerçekleştirdik. Şimdiye kadar hep seyreden tarafındayken şimdi geçidin tam ortasındaydık.
30 Kasım tarihinde birlikteki dönem arkadaşlarım teskere alıp ayrıldılar, geriye ben ve benim gibi izin kullanan kişiler kaldı. Bölük komutanımız bizleri manga eğitiminden geriye çekti, sabah ve akşam içtimaları ve nöbetler dışında fazla görev yüklemedi. Bir hafta sonra İstanbul’a evime geri döndüğümde vatani görevimi kazasız belasız sağlıkla bitirmiştim.
Hikayenin devam bölümü: Yeniden eğitim