Kaleiçi Feneryolu

O yaz babamın tayini Edirne’den İstanbul’a çıktığında her şey hızlı bir şekilde gelişmeye başladı. Aslında ben burada Edirne Kaleiçi’nde çok mutluyum, bu yaşımda bile günlük hayatımı etkileyecek değişimlerden çok hoşlanmıyorum. Evimizin büyük bahçesinde bir sürü tavuğumuz var, büyük sepetimiz hep dolu, her gün doyana kadar yumurta yiyebiliyorum. Karışanım yok, kendi dünyamda annemin bana verdiği izin çerçevesinde yaşayıp gidiyorum.

Sabahları kahvaltı sonrasında soluğu hemen yakınımızdaki açık sinemada alıyorum. Temizlikçiler daha süpürme işlemine başlamadan önce yan yana konulmuş tahta iskemlelerin arasında sahneden sona kadar her sırayı dolaşıyorum. Seyircilerin otururken düşürdükleri madeni paraları görürsem alıyorum. Her gün bulduklarımı evde halının altına koyup saklıyorum, bunu bilen annem de hiç sesini çıkarmıyor.

Öyle pek fazla arkadaş merakım yok, yani yabanilik, kendi bildiğini okumak ve özgürlük doğuştan ruhumda var. Kendimi güvende hissettiğim bahçedeki meyve ağaçlarının tepelerinden aşağıya indiğim zamanlarda, önümüzdeki geniş arsada bulunan briket ve kereste atölyeleri arasında gün boyunca mekik dokuyorum. Yan yana konulmuş büyük künklerin içinden defalarca sürünerek geçerken kendime gizemli yollar yapıyorum.

Akşamüstüleri de top oynayan çocuklara pek yanaşmayıp hafif bir esintide uçurtmamın başına geçiyorum. Engin gökyüzünde o heybetle süzülürken elimde iple onu hissediyor, keyifle onu seyrediyorum. Akşamları ise yemekten sonra soluğu abimle birlikte açık sinemada alıyoruz. Kapıda çalışanlar ile bütün gün karşılaştığım için içeriye kolaylıkla alınıyoruz. İçeride abimin arkadaşlarıyla birlikte oturduğumuz yerde gündüz yerlerde bulduğum paralarla aldığım çekirdekleri çitlemeye veya kaynamış ve bolca tuzlanmış sütlü mısırları yemeye başlıyoruz.

Böyle mutlu olduğum, içinde her an yaşadığımı hissettiğim bir yeri bırakıp İstanbul’a gitmek zorunda olduğumu biliyorum. Daha yaşımız başımız kaç ki siz gidin ben sizinle gelmiyorum diyebileyim. Bu durum beni açıkçası mutsuz ediyor ve özgür ruhum sesini bile çıkaramıyor. Gideceğimiz yerde de kendime yeni bir dünya kuracağımı o da çok iyi biliyor. Tek başına oynayabilen, iş yaratabilen en önemlisi kendini oyalayabilen biri için böyle şeyler problem bile değil.

Peder Beyin ev tutmak için İstanbul’a gitmesi beni ilgilendiren bir konu olmadığı için günlük bahçe ve oyun işlerime yine devam ettim. Hoş burada olsa da onu görme imkânımız pek yok. Sabah erkenden birliğine işine gidiyor, oradan da soluğu kahvede aldığı için eve çoğunlukla biz uyuduktan sonra geliyor. Bizim için evin reisi annem, o hem annemiz hem de babamız, her iş ondan sorulur. Benim annem istedi mi yapamayacağı bir şey yoktu, onun bu yeteneğini zamanında iyi öğrenen babam, her şeyi onu üzerine yıkıp kahvelere abone olmuştu. Onun için akıllıcaydı ama annem açısından bu çok ahlaksızca bir şeydi. Bütün sorunları tek başına göğüsleyip sorumluluk almak annemin ömrünü tüketiyordu.

Peder Bey, bir süre sonra İstanbul’dan geriye döndüğünde nerede oturacağımızı da öğrendik. Pederin tayini Avrupa yakasındaki Rami Kışlasına çıkmış, o ise ortamı beğenip annemin küçük kız kardeşinin oturduğu Anadolu yakasında Kadıköy Feneryolu’nda ev bulup tutmuş. Evin kirası annemle aralarında konuşurken duyduğumuza göre 475 Lira imiş. Ben lira olarak iki buçuktan fazlasını bilmem, daha büyüklerini ise annem kasaba kıyma almaya gönderirken verdiği beş Liradan bilirim. Onun da üzerinde bulunan fındık toplayan kızları parayı elime alınca ilk defa görmüş gibi merakla seyrederim.

Necmi Aslan

Pederin İstanbul’da işe başlama tarihi belli olduğu için annem evi toparlama işini hızlandırdı, bahçedeki kümes için ise artık sona doğru gelindiği belliydi. O güzelim tavukları Edirne’de Selimiye camisinin alt kısmında pazarın kurulduğu gün, sabah yakalayıp ayaklarından iplerle bağladık. Biraderle birlikte onları koyduğumuz büyük çantanın iki ucundan tutarak pazarın yolunu tuttuk. O tavuklar kaşla göz arasında yok fiyatına satıldılar ama yapacak bir şey yoktu. Biz olmadan onların bahçede kendi kendilerine yaşama şansları yoktu. Allahtan biz gidene kadar yetecek kadar yumurta büyük sepette birikmişti. Kendi adıma yumurtasız bir evi hiç düşünemiyorum, yok canım her evde muhakkak yumurta vardır.

Annem, hazırlıklarını bitirdiğinde Peder Beyin tuttuğu kamyon bir gün evin önüne gelip yanaştı. Ben kamyonun etrafında dolaşıp dikkatle onu incelerken arada bir de evden ufak tefek şeyleri taşıdım. Eşyaların yüklenmesi işi bitince, annemler komşularla vedalaştılar ve şoförün yanına hep birlikte binip Edirne’den yola koyulduk. Bazen annemin önünde ayakta dururken, bazen de kucağında oturdum ama cin gibi kamyonu ve yolu izledim, o arada da bir dakika bile gözümü kırpmadım. Otobüsle bir yere giderken de ben genellikle şoförün yanına ön tarafa gider, izin verilirse hiç konuşmadan yol boyunca orada ayakta durur, yolu ve şoförün hareketlerini seyretmeye bayılırdım.

Gece neresi olduğunu bilmediğim bir yerden arabalı vapurla denizi geçerken, kamyonun açık olan camından şehrin ışıklarını ve geçen vapurları izledim. Martı çığlıkları ve deniz kokusu bana İstanbul’da olduğumuzu açık seçik anlatıyordu. Bu kadar hareket Edirne’de yoktu, gökyüzünde seyretmeye bayıldığım parlak yıldızları aradım ama onları nedense göremedim. Çevredeki bu kadar parlak ışık içinde belli ki onları görmek hiç kolay değil.

İşte böyle bir gece yarısı Feneryolu Yazıcıbaşı sokakta Kayserili bir ailenin evinin, üçüncü katta bir dairesine taşındığımızda 1969 yılının Ağustos ayının sonlarıydı, daha on iki yaşındaydım. Sabah uyanınca ilk işim balkondan etrafa merakla bakmak oldu. Arka bahçede sıra sıra kapıları olan tek katlı uzun ve dar bir bina var, bunlar üzerlerinde daire numaraları yazan odunluklarımız. Etrafımızdaki her evin arkasında da böyle yapılar var. Gerçi buralarda, üç katı geçen bir ev de yok.

Annem, evin içini kendine göre düzenlerken ayakaltında olmamızı istemiyor, ona yardım edebileceğimiz şeyler bitince bizler de etrafı görmek ve tanımak için evden dışarıya çıktık. Sokağımızda dört katlı apartmanların yanı sıra tek katlı yapılmış olan evlerde var. Evlerin önlerinde, özenle yapılmış gül bahçeleri insanların göz zevkine hitap ediyor. Köşedeki tek katlı bir evin bahçesinde, eski bir Romalı kadın heykeli bulunuyor, onun karşı köşesinde de ağaçlıklı bir koru var.

20181208_123832Görsel: Semra Şen

Büyük ve kalın çam ağaçlarını görünce onlara tırmanamayacağımı hemen anladım.  Yine de merakla çalılar arasında açılmış olan dar patikayı takip ederek içeriye doğru yürüdüm. Etraftan gelen kötü kokular içinde kendimi bir anda çok ilginç bir yerde buldum. Burası sanki bir arena gibi inşa edilmiş. Yüksek duvarların üzerinde, yuvarlak çepeçevre bir sahanlık var, aşağıda ise boş yuvarlak bir avlu var, ortasında ise kullanılmayan kör bir kuyu.

Yuvarlak avlunun alttan üç girişi var, iki de büyük odayı görünüyor. Sağ tarafta bulunan odada yaşlı, şişman ve bodur bir dilenci teyze gözüme çarptı, belli ki burada yaşıyor. Soldaki oda ise sanki boş gibi, ama kötüden öte olan idrar kokusu her tarafta!

Sahanlığın kenarlarına demirden çepeçevre engeller yapılmış ama bunların bir kısmı eksik. Oradan eğilip aşağıya bakabiliyorum. Aşağıdaki avlunun girişlerinin üzerine de delikli kalın demirden mazgallar yerleştirilmiş. Bu ağır demirlerin bazıları kırılmış, bazıları da sökülüp alınmış. Üst taraflar ise yine aralıklı demirlerle kapatılmış, bunları da tamamen yabanileşmiş olan sarmaşıklar kaplamış.

koru1

Benim gibi ömrünü ağaç tepelerinde geçirmiş biri için, bu koruluk inanılmaz bir nimet. Demirlerde sallanmak, onların tepelerine inip çıkmak; ağaçlara tırmanmak, avluda keşifler yapmak yani her şey benim için harika. Bu cennette kendi başıma bir ömür boyunca hiç sıkılmadan oynayabilirim.

Artık bir soluk almak isteyen annemle birlikte kardeşinin evine gitmek üzere bizim sokaktan aşağıya doğru yürümeye başladığımızda ben de etrafı dikkatle incelemeye başladım. Bu gün gördüğüm korunun bir alt sokağında etrafı taştan duvarlarla ve yüksek demirlerle kapatılmış bir yer dikkatimi çekti. Bahçede büyük çam ağaçlarının altında içinde havuzu olan üç dört katlı büyük bir ev var. Duvarların etrafında ise yüksek ağaçlar var, yerler de kestane dolu. Annem bunların at kestanesi olduğunu ve yenmediğini söyleyince, hevesle toplayıp cebime doldurduklarımı hayal kırıklığıyla çıkarıp duvar kenarına koydum.  Bunlar yenmeyebilir ama oyun oynamaya da engel değiller ya, dönüşte ben yine onları oradan alırım. Yemedikten sonra onları bilye niyetine kullanmama herhalde kimse karışmaz.

Bir yokuştan aşağıya inerken köprüyü ve üzerinden geçen treni görünce kestane konusu aklımdan bir anda silinip gitti. Aman tanrım!

Burada tren bile var, ben nereye geldim böyle!

Oynayacağım koru var, seyredeceğim trenler, yollara saçılmış kestaneler, yani burası tam bana göre bir yermiş. Gözlerime inanamıyorum.

Köprünün altından geçtikten sonra hemen sağ taraftaki sokağın içine girince bahçe içinde bulunan ahşap büyük bir köşkü gördük, onun yanında bulunan müştemilatta da annemin kız kardeşi yaşıyor. O ahşap köşkün ikinci kat penceresinin altındaki çıkıntının üzerine kocaman bir midye kabuğu konulmuş, hayatımda böyle büyük bir şey görmediğime yemin edebilirim. Kabuğun boyu neredeyse benim boyuma yakın.

Pina-2 balıkçı blog

Görsel:Pina, balıkcıblog

Büyükler kahvelerini içip laflarken ben de hemen bahçede keşfe çıktım. Bahçenin köşesinden taş merdivenle dışarıya çıkınca kendimi bir anda Feneryolu tren istasyonunda buldum. İnsanların treni beklediği yerlerde merakla yürüdüm, istasyonun içine girdim, gişenin dar bilet alma gözüne bakıp inceledim. İstasyonun arkasından giden bir tren yolunu daha gördüm ama bir yerde kesiliyordu.

hayko sazanyan alıntı

Görsel: Hayko Sazanyan

O arada tren sesini duyunca sanki binecekmişim gibi telaşla dışarıya koşturdum, elektrikli tren durunca inenleri ve binenleri heyecanla izledim. Tren gidince yine istasyon bekleme yerine girip etrafa bakındım, tren tarifesine baktım. Yirmi dakikada bir Haydarpaşa’dan tren geliyor, bir de gidenleri düşünürsem sık sık tren görebilirim.

Çıktığım bahçeden merdivenle yine içeriye girince hemen duvarın yanında dut ağaçlarını fark ettim, hiç düşünmeden hemen yanına gidip üzerine tırmandım. Kendime güzel bir yer bulunca çok sevindim, işte burası benim tren seyretme yerim, bu kesin. Akşam eve döndüğümüzde yolları aklıma kazımıştım, bundan sonra burada kaybolma ihtimalim yok.

Kahvehane kıdemlisi olan babam, eşyalarımızı getiren kamyona bir sürü karpuz alıp koymuş. Onların yerine bizimkilerden iki sepet yumurta koysaydı daha iyi olmaz mıydı ama küçük olduğumuz için bizim fikrimizi soran yok. Herkes kendince kararlar verip bir şeyler yapıyor ama neyse olan olmuş bir defa. Aslında bir yerde de iyi olmuş, ertesi gün somyaların altlarına konulan karpuzlar konu komşuya da dağıtılmaya başlandı. Ben sakar ve aklı bir karış hava bir çocuk olarak kırıp dökme konusunda sabıkalı olduğum için karpuz verme işinden özellikle uzak tutuldum. O kargaşada bir de kırık karpuzlarla uğraşmak belli ki annemin işine gelmedi.

Ben annem tarafından bakkal alışverişleri için görevliyim, bakkal zaten bizim apartmanın arkasındaki evin köşesinde, yanında da bir manav var. Uzun boylu, zayıf, tepesinde babam gibi saç olmayan, ağzından sigarası düşmeyen Bakkal Remzi Amcayı ve yardımcısı Rasim’i gide gele çabucak tanıdım.

Ertesi gün akşamüstü annemin işi bitince yine aşağıya kardeşinin evine doğru yürüdük. Akşam hemen evin köşesindeki sinemaya gideceğimizi duyunca havalara uçtum. Sinema benim hayatımın önemli bir parçası, Edirne’de zamanımın çoğu orada geçerdi.

Yemek sonrası iki kız kardeş ve biz çocuklar hep beraber evden çıktık. Eve döndüğümüz sokağın karşı köşesinde büyük bir site var, adı Burç sitesiymiş. Onun alt tarafı dükkânlarla dolu, sitenin hemen arkasında da açık yazlık sinema. Edirne’de yaşadığım ortamı bulamadım ama yine de o tahta iskemleleri hissetmek ve filmde uyumak güzel bir şeydi.

Annemin işlerini rahatlıkla yapabilmesi için kız kardeşi bizi hafta içinde denize götürmeye karar verdi. Sabah abimle birlikte yanımıza annemin geçen yaz diktiği deniz şortlarımızı alıp Feneryolu’na indik. Hazır olunca hep beraber Burç sitesinin önünden yürüdük, Neşe Kasabını ve Burç Kulübü ve Nur Tuhafiyeyi ilk o zaman gördüm. Sitenin altında bir de Vakıflar Bankası şubesi var.

Her iki tarafı da kollayarak Bağdat caddesinden karşıya geçince geniş bir yolda yürümeye başladık, yolun ortasında aşağısına doğru ilerleyen yüksek bir set var. Üzerinde bulunan tren yolunu hemen gördüm, aklıma hemen istasyonun arkasında kesilen tren yolu geldi. Teyze bu tren yolunun artık kullanılmadığını, yolun sonunda ise Fenerbahçe Orduevi olduğunu söyledi.

Biz ilk sokaktan yana döndük ve geniş boş bir alanda yürümeye başladık. Burası da Dalyan sahasıymış, bizim gideceğimiz On sekiz Mart sahili ise hemen aşağıdaymış. Sahayı boydan boya geçip dar sokaktan aşağıya doğru yürüdük, sokağın sonunda bir tahta iskele ile berrak deniz bizi karşıladı. İskelede sandallar bağlı ama sol tarafta insanlar denize giriyor. Ayakkabılarımızı çıkarıp elimize aldık, sığ suda kuma basarak birlikte kıyıdan yürüyüp beş on adım ilerideki açıklığa gittik. Havlular içinde mayolarımızı değiştirip hemen sığ olan denize birlikte koştuk.

Çok iyi yüzme bilmiyoruz, suda belimizi geçmememiz konusunda uyarıldığımız için ona uygun yüzmeye çalışıyoruz. Ayaklarımız yerde kollarımızla kendimizce kulaçlar atıyoruz, yüzmeyi biz de bu şekilde gide gele deneyerek öğreneceğiz. Sudan çıkınca havlularımızı omuzlarımıza almamız konusunda annem tarafından tembihliyiz. Akıllı kadın belli ki bu yerleşme hengâmesi içinde bir de güneş yanığı ile uğraşmak istemiyor.

Bir Cuma akşamüstü televizyon yayınlarıyla tanışmak için yine annemlerle birlikte kardeşine gittik. O sıralarda Cuma günleri saat altıda İstanbul Teknik Üniversitesi iki saat kadar deneme yayını yapıyormuş. Onun kocası deniz astsubayı olmasına rağmen bir yandan da dışarıda televizyonculuk yapıyor. Tamirlerde kullandığı on santimlik ekranı olan bir televizyon, bizim gibi daha önce yayın seyretmemiş kişiler için muazzam bir şey.

Saati geldiğinde minik televizyon ekranı açıldı, altı kişi önünde yan yana oturmuş heyecanla ona bakıyoruz ama görünen sadece kumlu bir ekran ve cızırtı. Derken ekranda bir anda ortaya yuvarlak bir şey görüntüsü çıktı, içinde de İTÜ deneme yayını yazıyor. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyoruz, ister istemez heyecanla yayının devamını bekledik.

Bir süre sonra ekranda top sakallı güler yüzlü bir adam belirdi, biz ekranı şaşkınlıkla izlerken Teyze onun Fecri Ebcioğlu olduğunu söyledi. Hem şarkıcı hem de söz yazarıymış. Birçok şarkıya o Türkçe söz yazmış. İki saatlik program sürecince şarkılar söyledi, çağırdığı misafirlerini ağırladı, onlarla konuşmalar yaptı ve şarkılar söyletti. Bizler de gözümüzü bile kırpmadan, tuvalete bile gitmeden dikkatle onları izledik.

Gece eve dönerken aklım iyice karışmıştı, kablo olmaksızın o görüntülerin havadan nasıl ortaya çıktığını kendime bir türlü anlatamadım. Sinemada makaralarla gelen filmler makinelere takılıyor ve oynatılıyor ama ya bu nasıl oluyor? Ortada ne film var ne de makine. Belli ki bunu anlayacak bir seviyede değilim.

Eylül ayı içinde bizlerin okul konusunun da halledilmesi gerekiyordu, evin reisi olan annem abimin okul konusunu kolayca halledip onu geçen sene açılan Fenerbahçe Lisesine yazdırdı. Göztepe’de Bağdat Caddesi üzerindeki bu okula benim kaydımı aldıramadı. Bulunduğumuz mahalledeki öğrenciler için Kadıköy Ortaokulu vardı, benim de oraya gitmem gerekiyordu. Annem ise ikimizin de aynı okula gitmesini çok arzu ediyordu, bunun için çaba sarf ediyordu. Onun bu gayretleri okulların açılmasına iki gün kala karşılığını buldu, beni Fenerbahçe Lisesi orta kısmına aldırdı. Kız kardeşim ise yakındaki Melahat Şefizade ilkokuluna yazdırıldı.

Evimizin arkasındaki apartmanda aynı katta oturan Meliha Hanım Teyze ile annem arkadaş olmuşlar, onların çocukları olan Erol, İsfendiyar, Akif ile de ben arkadaş oldum. Genellikle onların apartmanın bahçesinde oynamaya başladık, apartmanlarının bodrum katı ise su ile dolu ve çok kötü kokuyor. Fosseptik bir yerden bodruma sızıyormuş ve bunu da bir türlü çözememişler. Biz o suya göl diyorduk ve yanına gidip içine taş atıyorduk.

Benim için en güzel günler, annemin kız kardeşinin bahçesinde çıktığım dut ağacının üzerinde oturarak, istasyonda duran kara trenleri seyrettiğim zamanlardı. Sadece Adapazarı’na gidip gelen kara trenlerin, geliş gidiş saatlerini öğrendiğimde, benim için sürprizler sona ermişti. Zaman yaklaşınca, o an da ne yapıyorsam bırakıp koşar, dut ağacımın üzerindeki yerimi alırdım. Eğer oyuna çok dalıp unutsam da kara trenim beni unutmazdı!

Kızıltoprak tren istasyonundan sonra, biraz ileride raylarda bir dönemeç vardır. Kara tren orada raylardan geçenleri uyarmak için keskin düdüğünü muhakkak çalardı. O sesi duyunca ben de hemen istasyona koştururdum. Kara tren sanki tıslayarak Feneryolu tren istasyonun da dururken, her seferinde nefesimi tutmuş olarak onu izlerdim. Lokomotiften gelen o sesler, alttan arada basınçla çıkan buharlar, bacadan çıkan koyu kara duman, çalan keskin düdük, etrafı saran kömür ve is kokusu, kenardan eğilip arkaya bakan makinist. Her şey benim için bir rüya gibiydi!

Okullar açılınca büyük bir hevesle okula gitmeye başladım. Okulun kıyafet zorunluluğu vardı, lacivert ceket ve gri pantolonu tamamlayan beyaz gömlek ile kravat bana da Kadıköy’de ki Türkmen mağazasından alınmıştı. Okulun 2B şubesinde ön sıralarda kendime bir yer buldum. Geçen seneden tanışanların yanında ben yeni gelen bir yabancıyım ama sonuçta sınıfın öğrencisiyim. Yusuf ve Metin ile iyi anlaştım, Yusuf keman da çalıyormuş. Ben sadece ıslık çalabiliyorum ama yapacak bir şeyim de yok. O sınıftan Zeynep, Işıl ve Neşe’yi nedense kendime daha yakın gördüm.

Okuldaki arkadaşlardan öğrendiklerimle Cumartesi günleri Kızıltoprak’da bulunan Kent Sinemasını keşfettik. Sabah on birde o sinemaya gitmek en çok sevdiğim şeylerden biri haline geldi. Tahta iskemleli gördüğüm sinemalardan sonra Kent sineması benim hayatım boyunca gördüğüm en güzel yer. Orada biriktirdiğim harçlıkla Frigo bile yiyebiliyorum.

Yerleşme işimiz sona erip normal hayatımıza başladığımızda Büyükdere’de oturan anneanne ile görüşme zamanları da gelmişti. Cuma okuldan dönünce hazırlanıp önce Kadıköy’e iniyor, vapurla karşıya geçiyor ve orada saatte bir kalkan 25 numaralı Eminönü Sarıyer otobüsünün gelmesini bekliyoruz. Kalabalık gelen otobüse bir şekilde binip Büyükdere’ye kadar bir saat kadar yol alıyorduk. Ben anneannenin evine gelir gelmez soluğu patikaları kullanarak sevdiğim tepeye tırmanmakta alıyorum, boş olan tepeden bütün boğaz gözüküyor.

Evin alt katında salonda bir kuyu ve onunla ilgili anlatılan ürkütücü bir hikâye de var. Orada bir süre annem de yaşamış, şimdi ise ailenin dört numaralı kızı kocasıyla birlikte orada. Biz çocukların oradan uzak durması için de olabilir ama anlatılanlara göre her gece kuyudan bir yatır dışarıya çıkıyor ve abdest alıyormuş, onun için bırakılan havlular sabah ıslak olarak bulunuyormuş. Büyük teyze de o beyaz sakallı yaşlı yatırı kendi gözleriyle gördüğünü yemin billah anlatıyor, gerçi onun söylediklerini biraz şüpheyle karşılamıyor değilim. Ancak bu anlatılanlardan sonra doğal olarak oradan ister istemez uzak duruyorum, geceleri ise aşağı kata inmek bile istemiyorum.

Tekrar Feneryolu’na evimize döndüğümüzde okul dışında her fırsatta istasyona ve trenlere yakın olmaya çalışıyorum, onların benim gözümdeki değeri gerçekten çok farklı. Hayatım burada şimdilik okul, sinema, koru ve trenler arasında geçip gidiyor.

7 comments

  1. İlgiyle okudum. Çok ama çok güzel bir yazı. Olay ve manzaraları zihnimde canlandırınca, kendimi o atmosferde hissettim.💐 Ellerinize ve emeğinize sağlık💐👏🏻

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s