Masal gibi-12-1965

Mayısı sonunda okul tatil olduğunda Sabahat Öğretmenimin elini öperek karnelerimizi aldık. Ders yılı başında tam olarak bilmediğim bir şeyler olmuştu ama beni koruyup kollayan ailem ve öğretmenim sayesinde o günleri atlatabilmiştim. Sene başından beri öğrendiklerimin haddi hesabı yoktu, burada dağ bayır dolaşamasam da çok fazla insanın içindeydim. Ömrüm boyunca bu kadar kalabalığın içinde hiç olmamıştım, Edirne’ye kolayca uyum sağlamıştım.

Daha yeni tatile girmişken o sabah annemin evdeki eşyaları toplamaya başlandığını gördüm. Babamın yeniden tayininin çıktığını düşünüp korktum ve telaşlandım. Edirne’ye ülkenin diğer ucu olan Iğdır Orgof’tan geleli daha bir sene oldu, okulumu, sınıfımı, Sabahat Öğretmenimi ve arkadaşlarımı çok seviyorum. Farkında bile olmadan bir kenarda oturup ağlamaya başladım.

Annem, beni böyle üzgün görünce hemen kollarıyla sıkıca sardı ve sakinleştirip anlatmaya başladı. Meğer Edirne’den ayrılmıyormuşuz sadece başka bir semtte daha büyük, yeni bir eve taşınıyormuşuz. Şu ân devam ettiğim okulumu da değiştirmek zorunda değilmişim. Böyle söyleyince çok sevindim ve rahatladım, içimi tatlı bir heyecan sardı.

Annemin dediğine göre bundan sonra yaşayacağımız yeni evin küçük bir bahçesi ile içinde değişik meyve ağaçları da varmış. Ağaçların üzerinde daldan dala inip çıkmayı ve orada tek başıma oturmayı çok seviyorum. O ân da aklıma İstanbul, Büyükdere’de üzerinden inmediğim büyük ve yüksek dut ağaçları geldi, acaba bu büyük evin bahçesinde hangi ağaçlarla karşılaşacağım?

O sıralarda Amerikalı Edward White 3 Haziran 1965 günü uzayda ilk yürüyüşünü gerçekleştirmiş. Gazetede okudum, yürüyüş yaparken bir şeyle uzay aracına bağlıymış. Boşlukta öylece kaybolup gitmek acaba nasıl bir şey olurdu? Yani insan nereye gidebilir, bu konuda pek fazla fikrim yok ama bu durum öyle pek dere tepe dolaşmaya benzemiyor anlaşılan.

Görsel: Pinterest Arşivi

Evde annemin toplanma işi birkaç gün içinde bitince, Kaleiçi semtinde şimdikinden daha büyük olan iki katlı ahşap bir evin alt katına taşındık. Bu eski kararmış tahtalardan yapılmış olan konak, yazlık Cumhuriyet sinemasının tam karşı sokağının içinde. Filyokuşu’nda oturduğumuz evimize göre çok büyük, tavanları da oldukça yüksek. Ev sahibimiz yaşlı bir Musevi kadın, ismi de Matmazel Klara imiş. Şimdiye kadar büyüklerime teyze, abla diye hitap etmiştim ama şimdi bu hitap tarzı bana çok komik geldi, yani şimdi matmazel de neyin nesi?

İşte bu önemli matmazel, bizim evin üst katında oturuyormuş, elbet kendisiyle karşılaşır konuşuruz ama ya ona matmazel derken gülmem gelirse ne olacak? Her neyse annemle babam öteki evden getirilen kocaman hurçları açıp içindeki eşyaları evin içinde yerleştirmeye başladılar, abimle ben de elimizden geldiğince onlara yardımcı oluyoruz. Bizler artık büyüyüp birer abi olduk, küçük eşyaları kaldırıp söylenen yere koyabiliyoruz. Ancak farkındayım, annemin gözü yine de aklı bir karış havada olan benim üzerimde.

Her fırsatta taşındığımız bu yeni evi incelemeye çalışıyorum, üst üste yığılmış olan büyük taşlardan örülmüş boyumu kat be kat aşan bahçe duvarlarının ev ile birleştiği yerde iki kanatlı rengi kararmış kocaman ağır tahta bir bahçe kapısı var. Başımın hizasında bulunan dilli bir düzeneği uzanarak bastırınca kilit açılıyor. Büyük kapının bir kanadını ittirince de bahçeye giriliyor, içeriye girince de kapıyı hemen ardımızdan kapıyoruz. Matmazel, bahçeye yabancıların girip çıkmasını istemiyormuş.

Benim asıl ilgimi çeken ise kapının dilinin yan tarafında bulunan ince bir delikten dışarıya çıkan, kararmış bir tele takılı olan bir tahta makara. Bu büyük makara bahçe içinde bulunan telle evin giriş kapısının yan tarafına asılmış olan büyük çıngırağa kadar uzanıyor. İşte dışarıdan o ilginç makara çekildiğinde çıngırak oynayıp çalıyor ve zil görevi görüyor. Azar işitene kadar hiç bıkmadan o çıngırakla oynadığım için bütün bunları çok iyi biliyorum. Neyse evde olan babam kulağımı çekmedi ya olsun.

Yüksek ağır tahta kapıdan içeriye girildiğinde, merdivenlere kadar uzanan mermerden bir giriş var. Bir adım aşağıya inildiğinde ise insanı yan yana konulmuş dört köşe kararmış mermerlerin kapladığı geniş bir avlu karşılıyor. Bu avlunun tam ortasında bir de su kuyusu var, ipler ve ona bağlı metal bir kova da onu kapatan tahta kapağın üzerinde duruyor.

Geniş düz taşlarla döşenmiş olan avlunun devamında tek katlı yüksek tavanlı, karanlık bir yapı daha var, oradan merdivenle evin içine de geçiliyor. Giriş kapısı en dipte olan bina da annemin söylediğine göre evin mutfağı oluyormuş, yemekleri artık orada pişirecekmiş.

Bahçe kapısından konağın sundurmalı yapılmış olan kapısına ise iki yandan yukarıya doğru uzanan geniş kirli beyaz mermer den yapılmış basamaklar ile çıkılıyor, beşer basamağı olan merdivenlerin kenarlarında ise demirden yapılmış olan işlemeli ama kararmış olan korkuluklar var.

Evin büyük kapısından içeriye adım atıldığında yüksek süslü tavanlı geniş bir alan bizi karşılıyor. Krem renginde boyanmış tavanda çıtalardan uzun altıgen şekiller yapılmış, ortasında geniş bir tepsi kadar olan yuvarlak var ve köşelerine tahtadan işlemeli kabartmalar konulmuş. Iğdır Orgof’ta yaşadığımız tavanına yeşil bez gerilmiş, içinde farelerin koşturduğu uzun tek katlı kerpiç evi düşünüyorum da burası ona göre gerçekten saray gibi süslü mü süslü.

Bu geniş salonunun sağ tarafında bulunan iki odanın ilkini annem biz çocukların da yatacağı evin oturma odası olarak belirledi. Odanın pencereleri sokağa ve tam bahçe giriş kapısının üst kısmına bakıyor ve camlarına cumbalı demirler konulmuş. Annem öteki evden getirdiğimiz sardunyaları onlar kırılmadan hemen camın içine yerleştirdi. Çiçekler onun gözü gibi baktığı diğer çocukları sanki.

Evin her yanında olduğu gibi burada da işlemeli yüksek tavanlar var, kıymetli radyomuz da buraya konuldu. İki somyadan biri camın önüne diğeri de diğer oda duvarına bitişik bir şekilde konulup arkalarına kalın yastıkları yerleştirildi. Ben genelde yerde oturmayı seviyorum, bu herhalde ölene kadar da böyle devam edecek.

İkinci oda ise annemle babamın, orası da yüksek işlemeli tavanlı ve oldukça geniş. Evin çocukları olarak kendimizi bildik bileli onların odalarında ve yataklarında yatmadık, öyle bir yatak keyfi bizim lugatımızda yok. Bizimkiler bu konuda çok hassaslar, karı koca mahremiyetleri oldukça katı kurallara bağlanmış durumda. Bizim gece oraya korktum deyip öyle çat kapı girme hakkımız kesinlikle yok, zaten gece kapıları da hep kapalı duruyor.

Girişteki geniş salonun diğer tarafından ise küçük bir odaya geçiliyor, oraya annem hemen fırın gibi de kullandığı kuzinesini yerleştirdi ve borularını bacaya takıp yakmaya hazır hale getirdi. Burası görünen o ki onun bizlere her gün bıkmadan sıcak börek çörekler yapacağı yer. Annem orada bulunan iki camın önüne de bizim daha önce oturup Selimiye camisini seyrettiğimiz sediri yerleştirdi. Portatif masa ile iskemleler de karşı duvar kenarında yerlerini buldu.

Bu odanın diğer ucundaki kapıdan da üç dört merdivenle müştemilata ve oradaki geniş mutfağa iniliyor. Orası oldukça loş, küçük bir penceresi ile sadece bahçeye açılan bir kapı var. Bahçedeki bu kapıdan içeriye girilince uzun bir tezgâh görünüyor. O sıralarda eve yeni alınmış olan annemim yemekleri pişirdiği üçlü Aygaz ocağı ile tüpü de oraya konuldu. Bir köşeye de yiyeceklerin konulduğu teldolap yerleştirildi.

Şimdi benim için en önemli mesele olan ağaçlar konusuna gelelim. Bahçe kapısının solunda yüksek taş duvarın dibinden başlayan toprakla kaplı olan bahçede yana doğru büyümüş kalın bir asma var. Diğer uzun duvarın olduğu kısımda da bir kaç tane büyük erik ve kayısı ağacı hemen dikkatimi çekti. Yani Büyükdere’de ki gibi yüksek bir dut ağacı yok ama olsun, bunlar da üzerine çıkabileceğim, oturup keyif yapacağım büyüklükte kalın ağaçlar.

Ev sahibimiz olan Matmazel Klara ile bahçede annemle konuşurken karşılaştım, bembeyaz saçlı, yüzü buruşmuş, ciddi ve aksi görünüşlü orta boylu, yaşlı bir kadın. Bu sert görünüşüyle eskiden muhakkak bir okulda öğretmendir diye aklımdan geçirdim ama onun ne olduğunu bilmiyorum. Bana önce ismimi sordu, ağzımın içinde yuvarlayıp söyleyince anlamayıp tekrar sordu.

Kendimi bildim bileli r harfi ile problemim vardır, yani bana içinde r harfi olan bir isim koymalarından daha saçma bir şey olamazdı ama bizimkilerin de bu işte bir suçu yok. Konuşarak doğmuş olsaydım, eminim onlar da gerekeni yaparlardı, ismimi Ali, Mehmet gibi içinde r harfi olmayan bir isim olabilirdi. Bu arada aklım başka yerlere gitti ama beni annem kurtardı, ismimi benim yerime söyledi.

Matmazel, beni kendi bildiğince sert bir ifadeyle tek başıma kuyuya yaklaşmamam konusunda uyardı. Bu sözlerle yüzü değişen annemle konuşması bitince de bahçe kapısına doğru yürüdü, o kısa süre içerisinde yüzünde en ufak bir gülümseme dahi görmedim. Annem, ev sahibimizi gerekmedikçe rahatsız etmememiz konusunda ciddi bir ifadeyle uyarınca ben de kendi oyunlarıma döndüm, yani benim o ihtiyar kadınla ne işim olabilir ki? Ayrıca evlerin giriş kapıları da farklı yerde, onunla ne zaman karşılaşıp da onu göreceğim?

Evin keşfinin yanı sıra çevrenin de önemi büyük, nerelere gidebilirim, nasıl oynayabilirim sorularının cevabını en kısa sürede almalıyım. Bahçe sokak kapısından dışarıya çıktığımda sokağın karşısındaki açık boş araziyi gördüm, evler bu araziden sonra yan yana yer alıyorlar. Bizim sokak da bu geniş arazinin yanında ve bizden sonra bahçe içinde iki tane ev daha var.

Sokağın tam köşesindeki bakkalı ekmek almaya gittiğimde görüp tanıdım, onun karşısında ise yazlık Cumhuriyet Sineması’nın girişi var. Sinema boyum kadar kalın taş duvarlardan sonra yüksek demir korkuluklarla korunmuş, duvarlar sinemanın bütün çevresini kaplıyor. İçerde bulunan büyük ağaçların aralarına kalın teller gerilmiş ve oradan şu ân kenara çekilmiş olan solmuş kalın kirli beyaz perdeler görünüyor. Herhalde sinema perdesinin ve sahnenin görünmesini engelleyecek şekilde bu perdeler gece çekiliyordur, bakalım göreceğiz.

Bir kaç gün içinde evin bahçesinde kendime yeni bir dünya kurdum, benim için en önemli kısım taş duvarın dibinde enlemesine büyümüş olan kalın asma. Günümün büyük bölümünün geçtiği, bu yana doğru büyümüş olan kalın ve yaşlı asma, benim en gözde oyun alanım. Üstünden defalarca inip tekrar çıkıyorum ama nedense hiç yorulmuyorum, her seferinde asmayı yeniden keşfediyormuş gibi hissedip öyle hareket ediyorum.

Annemin evi yerleştirme işleri bittiğinde bebek arabasını ve bizleri alıp evin eksiklerini tamamlamak üzere çarşıya çıktı, buradan Balık Pazarına gitmek diğer oturduğumuz evimize göre çok daha kolay. Annem bildiğimiz kasaptan kıyma ve et aldıktan sonra beni de kasaba tanıttı, ona arada et almak için beni göndereceğini iki lafın arasında söyledi. Abim alışveriş gibi böyle şeyleri pek sevmediği için galiba bu işi yapmak benim görevim gibi. Olsun, ben alışverişi seviyorum çünkü etrafı daha çok görüyor ve istediğim yere de kimseye sormadan gidebiliyorum.

Kaleiçi’nde Matmazelin evine taşınmamızın ikinci haftasında sünnet olacağımız ortaya çıktı, neler oluyor derken evde basılmış davetiyeleri gördük. Sayın Bay, diye başlayan yazıda oğullarımın 27 Haziran 1965 günü Tugay bahçesinde yapılacak sünnet törenlerine teşriflerinizi saygı ile arz ederim diyor. Altta babamın ismi ve Sv. Kd. Baş. Çvş.

Çok gecikilmeden annemle birlikte alışverişe gidildi, abimle bana beyaz renkli sünnet kıyafetleri alındı. Kısa pantolon ve gömleğin önünde omuzumuzdan belimize kadar çapraz gelen kırmızı renkli arapça yazılar yazan bir şey var. Başımızda ise önünde maşallah yazan üstüne parlak tozlar yapıştırılmış yuvarlak ve yüksek bir şapka var. Kıyafetime aynada bakınca bayıldım, abim ise bunları giymeye utanıyor, zorlanmadıkça da üzerine giymiyor.

Heyecanla yapılan gezilerle geçen süre içinde her şey çok güzeldi, minibüsle camiler, Söğütlük, Karaağaç, Pazarkule sınır kapısı ile Kapıkule gidilip gezildi. Faytonla da Edirne içinde dolaşıldı ama en sonunda Tugay bahçesinde yapılacak olan sünnetin zamanı geldi. Bizler için bahçede geniş bir yatak hazırlanmış, sünnet sonrası burada yatıp eğlenceyi izleyecekmişiz. Yani bir yeri kesilecek ve acı çekecek olan bizleriz ama eğlenecek olanlar düğüne gelen misafirler. Ben aslında buna karşı değilim, tek endişem neyle karşılaşacağım.

Sonunda akşamüstü babamın abimle beni alıp tugayın içinde bir odaya götürmesi ve bizlere uzun gömlekler giydirmesiyle acı gerçekle karşılaştık. Güler yüzlü ama sanatçı Necdet Tosun kadar şişman bir Sünnetçi Amca ile karşılaşınca korkuyla ağlamaya başladım. Yani sünnet diyorlar da ne kadar kesecekler, ne olacak endişesi ile oradan kaçmaya çalıştım ama ne çare. Üstelik kendi babam da ona yardımcı olmak için beni sıkıca tutuyordu, insana bunu kendi öz babası yapar mı yani?

Sünnetçi Amca, bizim ağlamamızı bastıran çevremizdeki kişilerin, ‘oldu da bitti Maaşallah’ sözleri arasında işini bitirdi. Babam önce abimi sonra da beni kucağına alıp önceden hazırlanan yatağa getirip yatırdı. Orada yattığımız yerde başımız oldukça kalabalık, düğüne gelen davetliler önce bizim yanımıza uğrayıp geçmiş olsun diyorlar. Annemle babamı tebrik ederken yanlarında getirdikleri hediyeleri de yatağın kenarına bırakıyorlar.

Anne ile babanın kendi başlarına tek düğünleri olan bu sünnet töreninde davetlilerin eğlenmelerini, akordeon ve müzik eşliğinde dans etmelerini izledik. Bazen ağrıkesicinin etkisi geçtiğinde canımızın yandığından şikâyet ettik, bazen de uyanık olduğumuz zamanlarda bizlere getirilen limonata ve pastalardan nasibimizi aldık.

Ertesi sabah evde üzerimizdeki uzun gömleklerin önünü tutarak ördekler gibi yürümeye başlamıştık. Akşam Tugay bahçesindeki düğünden geriye kalan küçük pasta ve limonataların kendilerini öksüz hissetmemeleri için elimizden geleni yapmak gerekiyordu. Abimle ve evdeki diğer çocuklarla birlikte doğal olarak elimizden geleni yaptık, sonuçta mağdur olan ikimizdik. O günlerde ‘yumurtanın sarısı yere düştü yarısı’ ile başlayan türkü beni çok kızdırırdı, bu dalga öyle geçilecek bir olay mıydı?

Sünnetçi Amcanın eve gelip muayene etmesi ve gazlı bezleri çıkarmasından sonra birkaç gün dikkatli olmamız konusunda uyarıldık. Yeniden sokaklara döndüğümde şehrin içinde davulcular toplu halde dolaşmaya başlamıştı. Onlar geleneklere uygun olarak Kırkpınar güreşlerinin artık başladığını halka haber veriyorlardı.

Görsel: Trthaber Arşivi

Ben şimdiye kadar hiç çayırda yapılan yağlı güreş müsabakası izlemedim. Bu güreşler Sarayiçi denilen yerde yapılıyormuş, güreşçiler kıspet denilen kalın deriden yapılmış bir pantolon gibi bir şey giyiyorlarmış, her taraflarına zeytinyağı sürüp öyle güreşiyorlarmış.  Birbirlerini nasıl yakaladıklarını hayal etmeye çalışıyorum ama olmuyor, yani vıck diye kaymazlar mı? Öğrendiğim için Edirne sokaklarında artık hiç korkmadan ve kaybolmadan gezip dolaşıyorum, bazen abimle bazen de mahallede ki arkadaşlarımızla oyunlar oynuyoruz ama annem doğal olarak benim kulağımı çekmeyi de ihmal etmiyor. Neden abimin değil de benim kulağım çekiliyor konusunu ise hiç dert etmiyorum, ben kendimi annem de beni gayet iyi tanıyor. Aklımın götürdüğü yere gittiğimi o da bunca yıldır yaşayarak öğrendi.

Görsel: Vikipedi Arşivi

İşte kendimi keyifle sokaklara vurduğum o günlerde, 17 Temmuz 1965 günü senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, Ertem Göreç’in yönettiği ‘Karanlıkta Uyananlar’ filmi yasaklanmış. Bu yasak işi kendimi bildim bileli başımın belası, film gazetede yazıldığına göre sendikalara ve işçi haklarına vurgular yapmasına rağmen asla bir politik film değilmiş. Galiba birileri havadan nem kapmış!

Ertesi gün de gazeteci ve yazar Refik Halit Karay’ın vefat ettiğini gazeteden öğrendim. Yazarın bilinen, tanınmış eserleri arasında, İstanbul’un İki Yüzü, Bu Günün Saraylısı ve Guguklu Saat de varmış. Ben onun herhangi bir hikâyesini henüz okumadım, belki ilerde okur, neler anlatmak istediğini onun gözünden görebilirim.

Görsel: Flickr Arşivi

28 Temmuz günü radyoda haberleri sunan spiker, ABD başkanı Lyondon B. Johnson’un Güney Vietnam’daki Amerikan askerleri sayısının 75 binden 125 bine çıkarılmasını istediğini belirtiyordu. Ben üç beş senedir aklım erdikçe, olayları anlayıp kendimce bir fikir üretmeye çalışıyorum, bu Amerikalı adamların nedense bir kere bile kendi ülkeleri içinde savaştığını duymadım. Neden dünyanın başka taraflarına burunlarını soktuklarını anlamakta zorlanıyorum, bunlar galiba dünyayı kendi malları zannediyorlar. Yani her yeri kendi arka bahçeleri gibi görüyorlarsa işimiz zor, yemin ediyorum bunlar erikler toplanmamış olsaydı bizim bahçeye de gizlice gelip girerlerdi.

Görsel: Wov Türkiye Arşivi

O günlerde gazetede İstanbul hendek karayolunda meydana gelen trafik kazası haberi baş sayfayı kaplıyordu, 11 Ağustos günü asit taşıyan tankerle çarpışan otobüste 25 kişi asit içinde feci şekilde can vermiş. Annem, evde tuvalet temizliğinde kullandığı tuzruhunun da kezzap yani bir asit olduğunu ve her şeyi yaktığını belirtti. Bizleri uyarmadan da duramadı,

“O şişeye elinizi bile sürmeyeceksiniz. Yerinden kıpırdadığını görürsem, benden terliği yersiniz.”

Onun hassasiyetini bu sefer ben de gerçekten anladım, yani bu işin hiç şakası yok.

Görsel: Darıca Yelken Kulübü Arşivi-Kısmet Yelkenlisi
Görsel: Neredekal Arşivi

22 Ağustos 1965 tarihinde kendi yaptığı küçük yelkenlisi Kısmet ile iki yıl on gün sürecek dünya turuna çıkan Sadun Boro’nun haberlerini radyodan işittiğimiz o günlerde babam da bir ay sürecek olan askeri tatbikat için toparlanıp evden gitti. Evde işi dolayısıyla zaten pek fazla durmuyordu, evin temizliğini ve ağır eşyalar dışında diğerlerinin yerleştirilmesini de annem yapmıştı.

Yani bu hep böyledir, yazın asker olan babam birliğiyle birlikte tatbikata gider, onu bir ay boyunca neredeyse hiç göremeyiz. Geri kalan on bir ayda ise onun kahvehanede kâğıt oyunları tatbikatları vardır ama benim küçük aklım bunlara ermez, sonuçta bu babamın kendi memleket işleri bu küçücük aklımla ne diyebilirim ki?

Taşındıktan sonra bir kaç gün içinde evin bahçesinde kendime yeni bir dünya kurdum, benim için en önemli kısım taş duvarın dibinde enlemesine büyümüş olan kalın asma. Günümün büyük bölümünün geçtiği, bu yana doğru büyümüş olan kalın ve yaşlı asma, benim en gözde oyun alanım. Üstünden defalarca inip tekrar çıkıyorum ama nedense hiç yorulmuyorum, her seferinde asmayı yeniden keşfediyormuş gibi hissedip öyle hareket ediyorum.

Annemin evi yerleştirme işleri bittiğinde bebek arabasını ve bizleri alıp evin eksiklerini tamamlamak üzere çarşıya çıktı, buradan Balık Pazarına gitmek diğer oturduğumuz evimize göre çok daha kolay. Annem bildiğimiz kasaptan kıyma ve et aldıktan sonra beni de kasaba tanıttı, ona arada et almak için beni göndereceğini iki lafın arasında söyledi. Abim alışveriş gibi böyle şeyleri pek sevmediği için galiba bu işi yapmak benim görevim gibi. Olsun, ben alışverişi seviyorum çünkü etrafı daha çok görüyor ve istediğim yere de kimseye sormadan gidebiliyorum.

Evin karşısında bulunan boş alanda mahallede tanıştığımız arkadaşlarla akşamüstleri top oynamaya başladık. Yeni tanıştıklarımdan Ömer’ler bakkalın üstünde oturuyorlar ve İstanbul Fatih’ten yazları okullar tatil olunca buraya geliyorlarmış. Ercanların evi de bizim sokağın en sonundaki iki katlı olan ev, bahçesi de koskocaman, arka sokağa kadar da uzanıyor.  Ercan’ın şişman olan babasının Eski Cami’nin alt tarafında bulunan otobüs garajına yakın çarşı içinde bir yerde lokantası varmış, ismi de Kırkpınar.

Bizler çevremizde yeni arkadaşlarla tanışıp oyunlar oynarken, arazide tatbikatta olan babam bir öğlen eve geldi. Bizlerle konuşup yemek yedikten sonra banyoya girmeden önce cüzdanından çıkarıp bana para verdi.

“Bu parayla köşedeki bakkaldan gidip büyük bir rakı alacaksın, haberi var,” deyip özellikle tembihte bulundu. “Rakıyı tuttuğun elinle sakın bahçedeki büyük dış kapının mandalına basma!”

Evin alışveriş neferi olarak güle oynaya iki üç ev yandaki bakkalın yolunu tuttum.  Eski bakkallar öyle şimdikiler gibi değildir, orasını ve kokusunu hayal bile edemezsiniz. Her şey yan yanadır, vitrinler ve paketli ürünler yoktur, istenilen şeyi bakkal orada bildiği yerden çıkarır kese kâğıdına veya yağlı kâğıda koyar tartar ve bize verir. Verilenleri yanımızda getirdiğimiz fileye koyar evin yolunu tutarız. Bizim bakkal amca da bana önce babamın istediği rakının para üstüne verdi ve onları küçük cebime koymamı bekledi, ardından da bir gazete kâğıdına sardığı büyük rakıyı uzattı.

Etrafa bakınarak güle oynaya eve döndüm, kendi bildiğim gibi rakıyı tuttuğum sağ elimle dış kapı mandalına uzanıp bastım. İttiğim büyük ağır kapı gıcırdayarak açılırken, gevşeyen elimle birlikte gazete kâğıdından kurtulan ağır rakı taş gibi yere düştü, ardından da büyük bir şangırtı koptu. O anda bana bakkala giderken yapılan tembih aklıma geldi, üstüm başım rakı olmuş kokarken hatamı anlayıp ağlayarak merdivenleri çıkıp içeriye girdim.

Giyinmiş ve gitmeye hazır olan babam o kızgınlıkla kulağıma yapıştı,

“Ulan giderken tembih etmesem neyse ama onu da yaptım,” diyerek bana bir de okkalı tokat patlatınca kendimi yerde buldum.

El kadar çocuğum ama orada durmayacak kadar da akıllıyım. Düştüğüm masanın altından koşarak dışarıya çıktım ve hemen bahçede en arka köşedeki eriğin üzerine tırmandım. Bana yetişemeyen babam arkamdan hâlâ söyleniyordu.

“Kabahat sen de değil, seni adam yerine koyup bakkala gönderende.”

Ağacın en tepesinde gözlerim yaşlı, yanağım kıpkırmızı olmuş yanarken, sessizce içimi çekiyordum. Ben de içimden ona söylendim.

“Bir tek beni bellemişsiniz, evin en büyüğü ben değilim ki bakkala neden abimi göndermiyorsun?”

Babam, giderken uzaktan parmağını hesap sorar gibi salladı,

“Seninle döndüğümde görüşeceğiz.”

İçimden güldüm çünkü görüşemeyeceğimizi biliyorum, o kahveden gece eve erken gelip hiç işi yok da benimle mi uğraşacak?

Babam tatbikattayken bizler de caddeden geçen römorkları şeker pancarı ile dolu olan traktörlerin peşinde düşen pancarları toplamaya başladık. İçleri tatlı ama ben onları yemeyi pek sevmiyorum, onun yerine kara ay çekirdeklerini tercih ediyorum. Bizim alanın diğer tarafında evlerin ilerisinde bulunan harabe halindeki Musevi Havrasının alt tarafında bulunan caddede depolar var, orası getirilen ay çekirdekleri ile dolu. Oradan küçük ceplerimizi doldurmamıza göz hakkı diyerek kimse sesini çıkarmıyor. Çekirdeklerden yediğimizi annemden saklama şansımız yok, çünkü parmaklarımız ve dudaklarımızı bu kara çekirdekler çok kötü boyuyor. Annem midemizi bozacağız diye oldukça endişeli ama bizler de o henüz kavrulmamış küçücük siyah şeyleri çitlemeyi seviyoruz.

Bu arada arkadaşlar vasıtasıyla gündüz açık olan sinemayı keşfettim. Ömer, orada çalışanları tanıyor, bizler de bu vasıtayla sinemaya girip çıkmaya başladık. Gündüz sahnenin önünden sırayla yan yana dizilmiş olan sandalyeler arasında koşturup oynamaya bayılıyorum. Sinemanın makine dairesinin bulunduğu yerin arkasında büyük harabe bir yapı daha var. Burası daha önce kışlık Cumhuriyet sinemasıymış ama çıkan bir yangından sonra terk edilmiş. Bu durum bizlerin oyun alanı olmasını engellemiyor, esas içeride yuva yapmış olan güvercinler bizim ilgi alanımız.

Bir gün Leyleklerin gökyüzünde büyük sürüler halinde geçtiğini gördük, şimdiye kadar böyle çok kuşu bir arada görmemiştim. Evde anneme bunlarda sevinçle bahsettim.

“Ne kadar güzel! Bu sene demek ki çok yer gezeceksin,” deyince şaşırdım.

“Burada Edirne içinde mi?” diye merakla sordum.

“Bilemem, hep beraber yaşayıp göreceğiz.”

İşittiklerimi içimden düşündüm ama yani kuşları gördüm diye böyle bir şey nasıl söylenebilir ki? Hem ben annem babam olmadan tek başıma nereye gidebilirim ki? Annem herhalde okula gidip gelmemden söz ediyor olmalı, çünkü bu sene okula gitmek için daha fazla yol yürüyeceğim ama Balık Pazarı’ndan geçeceğim, Tahtakale’den ve diğer yollardan. Gidip gelmek çok eğlenceli olacak, abim yolda oyun oynamayı sevmiyor ama olsun ben kendi başıma da oynayarak giderim.

Havalar biraz değişip sonbahar kendisini hissettirince, rüzgârlar daha kuvvetli esmeye başladı, artık tepemizde en yükseklerde uçan renkli uçurtmalarda uçmaya başladı. Onları başka mahallelerden uçuruyorlar ama bizim buradan bile gözüküyor.

Ercan da kendisine bir uçurtma yaptı, upuzun kuyruğu olan kocaman sarı kırmızı renkli bir şey! Paket iplerini de bir sopaya güzelce sarmış, kim bilir kaç metreyse annemin yün yumaklarından bile kalın. Ona uçurtmasını havalandırması için tutmada yardımcı olurken ister istemez heveslendik. İpi sonuna kadar açtığında uçurtma gökyüzünde ufaldıkça ufaldı, arada ipi çekip bıraktığında uçurtma sanki selam veriri gibi bizlere kafa sallıyor. Arada kâğıtlara dileklerimizi yazıp ipten geçiriyor ve yukarıya doğru yolluyoruz. Kime nasıl ulaştığı önemli değil, hayallerimizde yaşattığımız şahıslar eminim onları görüp gereğini yapacaklar.

Neden sarı kırmızı renkleri seçtiğini sorduğumda cevabı uçurtmayı gözüyle takip ederken verdi. Bu renkleri bilerek seçmiş, çünkü Galatasaray futbol takımını tutuyormuş. Bir solukta takımı saymaya başladı, Turgay Şeren, Kadri Aytaç, Metin Oktay derken arkadan diğerleri de geldi. Valla aferin ona, yani ne diyebilirim ki? Ben babamın dediğine göre Beşiktaşlıyım ama takımı hiç bilmiyorum.

O gün tatbikattan yine eve uğrayan babama çekinerek Beşiktaş takımını sordum, o da bir solukta Kaleci Necmi’den başlayıp Kaya, Fehmi, Suat, Sanlı, Yusuf diyerek diğerlerini de saydı. Bu sezon Beşiktaş kesin şampiyon olacakmış, takım antrenörü de Spayiç’miş. Babamın hakemlik yaptığını Urfa’dan beri biliyorum ama şimdi şüpheye düştüm, yoksa babam tatbikata ve kahveye değil de gizlice İstanbul’a maçlara mı gidip geliyor? Bu durumumdan annemin haberi var mı? Neyse bunları düşünmek benim işim değil, yine kulaklarım uzasın istemem. Bu arada babama bir şey unutturmak istersem Beşiktaş diye konuya girmem en doğru şey olacak, bu gün o rakı konusunu bile unuttu.

Abimle ben de bu uçurtma işine çok heveslendik ama benim kafam biraz karışık, siyah beyaz renkte uçurtma yapmaya kesinlikle karşıyım. Yani uçurtmanın Beşiktaş takımının renkleriyle uyumlu olmasını istemiyorum, hem takımı ezberlemek istemiyorum hem de bu renkler gökyüzünde güzel gözükmez. Sonunda renk konusunda abimle anlaştık, renkli ne kâğıt varsa ondan alıp yapacağız.

Uçurtma kâğıtlarını ve çıtaları gidip kırtasiyeden benim birikmiş harçlıklarımla alacağız, abimin öyle para biriktirme huyu hiç yok. Bu arada ip işini nasıl halledeceğimiz konusu ise hâlâ karanlıkta. Allahtan bize annem akıl verdi, babamın eski yırtılmış Amerikan çoraplarını sakladığı yerden çıkardı, bunları söküp kendimize ip yapmamızı söyledi. Biz de abimle birlikte bahçede oturup onları dikkatli bir şekilde söktük, arada çıkan kopukları birbirine bağlayıp bir sopaya döndürerek sardık. Ortaya çıkan sonuç inanılmazdı, bu kadar uzun bir ipimizin olacağı aklımıza bile gelmemişti, hep söylerim benim annem gerçekten pratik ve akıllı bir kadın.

İp işi de çözülünce vakit geçirmeden gidip ince kırmızı ve mavi renkli uçurtma kâğıtlarından satın aldık, çıtaları da kolayca temin ettik. Abim arkadaşlarından öğrendiği gibi üç çıtayı birbirine sıkıca bağlayıp sardı ve sonra aralarını açarak altıgen iskeleti çabucak yaptı. Annemden birkaç kaşık un alıp bir kâsede onu suyla iyice karıştırdık. Renkli kâğıtları bahçede taşın üzerinde yan yana açıp yaptığımız altıgen iskeleti üzerine koyduk ve nasıl kesip yapıştıracağımıza karar verdik.

Önce iki renkli büyük kâğıda sulandırdığımız undan sürerek onları uzunlamasına birbirine yapıştırdık. Bir süre bunun kurumasını bekledik, ardından da uçurtmanın iskeletini ortaya çıkan bu geniş kâğıdın üzerine koyup kenarlarından yapıştırma payı bırakarak annemin dikiş makasıyla düzgün bir şekilde kestik.  Ardından da sulandırdığımız unu sürerek kâğıtları iplerin üzerinden iskelete yapıştırdık.

Uçurtma kururken de elimizdeki kâğıtları katlayıp şeritler halinde kestik, bunlarla uçurtmanın uzun kuyruğunu yapacağız. Uçurtma kuruduğunda benim boyuma yakın olmuştu, abim çıtaların tam göbeğinde kâğıtta minik bir delik açıp oradan çıtaya bağladığı ipi geçirdi. Bu minik deliğin genişleyip kâğıdı yırtmaması için de küçük yuvarlak bir kâğıt kesip ortasını deldi, ıslattığımız undan sürüp en dibe güzelce yapıştırdı.

Sıra uçurtmanın dengeli uçması için denge ipi ve kuyruk yapılmasına gelmişti. Abim önce üst çıtanın birine ipi bağladı ipi orta deliğe kadar uzatıp oraya parmağı ile bastı sonra ipi diğer üst çıtaya kadar uzattı ve ipi oradan bağladı. Bu denge işi hassas bir konu, eğer düzgün yapılmazsa uçurtma kafa üstü çakılır ve kırılır gider. Uçurtmanın ortasından çıkan ipi de bunları iki yana doğru ölçerek sıkıca bağladı. Ben bu işi artık unutmam, uçurtma yapmak için kimseye ihtiyacım olmaz.

Aynı şekilde alt kuyruğu ölçtü ve kuyruğu oluşturan ipe şeritler halinde kestiğimiz kâğıtları bağlamaya başladık. Ortaya çıkan şey inanılmazdı, rüzgârın yeterince kuvvetli estiği bir akşamüstü uçurtmamızı gururla evin önündeki boş alana çıkardık. Abim ipin başına geçti, ben de uçurtmayı başımın üstüne doğru kaldırdım ve geriye doğru adımlar atarak ondan uzaklaşmaya başladım.

Tamam dediğinde durup uçurtmayı istediği gibi iyice yukarıya kaldırdım, bırak sesiyle birlikte o geriye doğru koşarken ben de uçurtmayı bıraktım. O güzel renkli uçurtma rüzgârda kuyruğunu hışırdatarak bir anda yukarıya doğru yükseldi, ben sevinçle abimin yanına koşarken renkli uçurtma şimdiden çok yükseklere çıkmıştı. Abim denemek için ipi salmaya devam etti, ipin sonuna geldiğinde uçurtmamız artık iyice küçülmüş ve gökyüzünde salınarak uçuyordu.

Görsel: Uludağ sözlük arşivi

Abim top oynamak için diğer arkadaşlarının yanına giderken havada süzülen uçurtmanın ipini bana verdi, elimde o güçlü çekilmeyi hissedince panik yapıp heyecanlandım. Ufacık bir hareketime bile tepki veren, kuyruğuyla birlikte boyumun üç katı olan uçurtmaya hükmeden çocuk artık benim. Heyecan ve gururla sanki yukarılarda o uçurtmanın üzerine oturmuş, hiç korkmadan onunla birlikte uçuyor ve oradan çok uzakları seyrediyorum. Yukarıda renkli gökkuşağı olsaydı, belki onun üstüne de çıkar oturur, oradan aşağıya doğru hiç düşünmeden renkten renge geçerek kayardım da.

Görsel: Serbestiyet Arşivi

Hava kararırken annemin bizi eve çağıran sesini işittim, yanıma gelen abimin yardımıyla ipi yavaşça sararak uçurtmayı topladık, renkli bir uçurtmanın beni böyle mutlu edeceğini hiç düşünemezdim. Uzun kuyruğu dikkatle çıtaların etrafından sarıp birlikte eve doğru yürüdük. Genelde fazla konuşmayı sevmem ama heyecandan sürekli uçurtmayı konuşuyordum.               

O günlerde arka sokakta oyun oynarken burnuma gelen mis gibi elma kokularını takip ettim, kokular tek katlı yan evin kömürlük gibi bir yerinden geliyor. Orada kasalara konulmuş elmaların başında benim yaşlarımda olan uzun saçlı Alev ile babası Cezmi Amca ile tanıştım. Cezmi Amca, boşalanın yerine dışarıdaki kasalardan birisini içeriye alıyor, içindeki elmaları orada bulunan altına saman serilmiş olan raflara diziyordu. Ben de Alev’le birlikte o elmaları alt raflara dizmeye başladık, eh ne de olsa sıçanın sidiği denize faydaymış diyorlar ya. O kömürlüğün içinde o gün burnuma dolan elma kokusu inanılmazdı.

Bahçede kediler gibi ağaçlara inip çıkıyorum ama aramızda kalsın, mahalle çocukları arasında anlatılan iğneli fıçıya atılma hikâyeleriyle oluşan korku, benim Matmazel Klara’dan uzak durmama neden oluyor. Çocuk olarak ben de birilerini tam olarak tanımıyorsam, onlar hakkında anlatılan sıra dışı hikâyelere inanma dürtüsüyle hareket ediyorum. Ancak benim hiç bitmeyen merakım yine de korkumu alt ediyor, suratsız, aksi görünüşlü Matmazel Klara’ya istediğinde yine de ona yardımcı oluyorum. Bazen bana para verip çarşıdaki bulunan bir peynirciye lor almaya gönderiyor, bunu anneme söylediğimde, sevaptır gidip alıver diyerek pek sesini çıkarmıyor.

Babam bir ay süren tatbikattan geri döndüğünde o rakı olayını çoktan unutmuştu, zaten ilk işi üzerini değiştirip banyo yapmak oldu. Annemin koyduğu çayını içip böreklerden yedikten sonra ben bir dolaşıp geleyim dedi ama onun dönüşünü bizler uyuya kaldığımız için göremedik. Yakında okullar yeniden açılıyor, Sabahat Öğretmenimi çok ama çok özledim, ayrıca bu sene babam bana törenlerde giymem için asker elbisesi de diktirecek.

7 comments

  1. 😁😁😁 Bir Matmazel Klara da benim hayatımda vardı. Ankara Bahçelievler’de oturduğumuz evin sahibiydi. Beni çok sevse de kayısı ağacındaki olmamışlardan yine yemişsin saydım derdi, ben de inanır vallahi almadım boyum yetişmedi ki demiştim.😁😁👍Bakınız ne güzel anılarımı canlandırdınız. Çocukluk işte. Masal gibi…

    Liked by 1 kişi

    • Yazacaklarım daha bitmeden gittiler 🙂 O günlerden benim favorim uçurtma konusuydu. Tek başıma saatlerce uçurtma uçurabilirdim, kim bilir ne hayaller kuruyordum bilemiyorum ama orada çok mutluydum. Edirne’ye gittiğimde uçurtma uçurduğum o geniş alanın iyice daraldığını görünce üzüldüm. Yani ne bekliyordum bilmiyorum ama orasının park olması bile aslında güzel. Siz beni anlıyorsunuz eminim, saygılar ve sevgiler.

      Liked by 1 kişi

      • Mekan biraz daralsada varmış yani. Artık hiçbir yerde boş bir metre kare yer kalmadı. Uçurtma konusu👍çember çevirme, misket oynama.👍Evet duygularınızı çok iyi anlıyorum. Günaydın diyeyim ben de.👋👋

        Liked by 1 kişi

  2. Günaydın, bu sabah kasvetli bir hava var, umarım oraları günlük güneşliktir. Karımla hava açarsa sahilde yürüyüş yapmayı konuşmuştuk ama bakalım yapabilecek miyiz? Şarköy’de kapıdan sahile çıkıldığı için buraya gelmek istememiştim ama burada yaşlı biri olunca olmuyor. Güzel bir gün dileğimle,

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s