İki katlı olan yeni kiralık evimize artık iyice yerleştik, ayağım arada bir Matmazel Klara’nın evine gitmiyor değil ama Allahtan arada Köylü teyzelerin evi var. Köşedeki bakkaldan eve dönerken eski oturduğumuz evin büyük tahta kapısına alışkanlıkla çok gittim, elim hemen o kapının basarak açılan dilli mandala az uzanmadı. Tabii bütün bunları anneme hiç anlatmadım, kendisi o evden ve Matmazel Klara’dan bahsetmek bile istemiyor. Artık aralarında ne geçtiyse ben hiç bilemiyorum ama onun adını bile ağzına almak istemiyor.
Henüz tatilde olduğumuz için günümü çoğu zaman büyük bahçede tırmanabildiğim meyve ağaçlarının üzerinde geçiriyorum. Ancak sabahları seyirciler tarafından ceplerden yere düşürülen bozuklukları bulmak için açık sinemayı ziyaret etmeden güne başlamıyorum. Annem, beni lodosçulara benzetiyor, İstanbul’da lodos fırtınası olduğunda insanlar kıyıda dolaşıp dalgaların kıyıya getirdiklerini karıştırır, orada işlerine yarayacak çoğunlukla odun kömür gibi şeyler ararlarmış.
Lodosçu modosçu olsun ne yapalım, sonuçta para bulmuyor muyum? Tabii sinemaya giderken o arada anneme hiç görünmeden kereste bıçkı atölyesine getirilen kalın tomrukların üzerinde atlayıp zıplıyorum. Kerestecilerin hemen yan tarafındaki alanda briket imal edenlerin yaptığı kalın künklerin bir ikisinin içinde de tüneldeymişim gibi muhakkak dizlerim üzerinde sürünüyorum. Dizlerimin sürekli olarak sıyrık olmasını annem hiç anlamıyor ama onun yapma dediği bir şeyleri yaptığımdan da emin.
14 Eylül 1966 günü Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel öldü, gazetede ve radyolarda haberleri yer alıyordu. Ertesi gün de yapılan koşuda maratoncu İsmail Akçay Balkan şampiyonu, Hüseyin Aktaş da ikincisi olmuşlar. Oyun oynamanın dışında bir yerden diğerine koşmanın insana ne kazandırdığını tam olarak bilmiyorum üstelik de anlamıyorum ama belki bu da büyüklerin oynadığı bir oyundur. Keşke babam da diyeceğim ama sustum, epeydir kulaklarım rahat ederken bunu bozmanın bir anlamı yok. Üstelik o bana asker elbisesi de diktirdi, daha başka ne istiyorum ki? Onu galiba bu haliyle benimseyip kabullenmek zorundayım, belli ki onun karakteri böyle.
Annem, kız kardeşimle ilgilenirken, yakında yeni eğitime başlayacak okullar için bizlerin kıyafetlerini şimdiden hazırlama telaşında. Kendisi bir yandan da eğitim enstitüsündeki biçki dikiş derslerine devam ediyor. Annemin eli ayağı olan dikiş makinesinin taşınma sırasında kırılan ağır döküm ayağı yeniden götürülüp kaynak yaptırıldı. Annem beni hâlâ dikiş makinesine yaklaştırmıyor ama ben yine de gizlice, derken sustum, valla yerin kulağı var neme lazım.
Bahçede ağaçlardaki büyük ayvalar sararmaya başladılar, üzerlerinde neden tüy gibi şeyler olduğunu senelerdir anlamış değilim. Annem portakal örneğiyle bunu bana anlattı, o kalın tüyler de onun dış koruyucusuymuş. Herhalde onun dediği gibidir ama bu kadar fazla ayva olması, annemin bu kışın soğuk ve zorlu geçeceğine olan inancını arttırdı.
Büyük büyük büyükler çok uzun yıllar boyunca tabiatı dikkatli bir şekilde incelemişler, görüp yaşadıklarıyla da kendilerince bir takım sonuçlar çıkarmışlar. Bu bilgiler de doğal olarak nesilden nesile taşınıp durmuş. Bana öyle geliyor ki annem sanki sadece büyüklerinden duyduklarını ve yıllardır kendince yaşadıklarını değerlendiriyor. O akıllı kadındır, vardır bir bildiği.
Okullar açılmadan önce bizim evin kapısına at arabalarıyla kışlık odun ve kömür getirildi, onları evin alt katında bulunan bir ampulle aydınlatılan yarı karanlık odunluğa taşıyacağız. Oraya evin kapısının girişinde bulunan bir kapakla ulaşılıyor, yukarıya doğru kaldırılan bu tahta kapaktan geniş bir tahta merdivenle aşağıya doğru iniliyor. Alt katta duvarları taştan yapılmış, altı toprak olan küf kokulu geniş bir bodrum var.
Evin kapısına at arabasından dökülen odunları önce kucağımızda taşıyıp merdivenden aşağıya attık daha sonra da aşağıda onları annem ve abimle birlikte duvar kenarına dizdik. Kömürleri de taşıyabileceğimiz kovalarla taşıyıp diğer köşeye yığdık. Bodrumda farelerde olabilir düşüncesiyle fazla oyalanmadan dışarıya çıktık, neme lâzım…
Annem, çok tatlı kadındır ama evin düzenli olmasını da çok sever. İşimiz bittiğinde beni hemen üst katta dolabın içinde bulunan banyoya sokup güzelce yıkadı, abim artık büyüdüğü için kendi başına yıkanıyor. Ben banyo yapmayı pek fazla sevmiyorum, gözüme sabun kaçması çok canımı yakıyor ama bu işten kaçış da yok.
Pürü pak olmuş vaziyette mis gibi sabun kokarken, geçip mutfakta cam kenarına konulmuş olan sedirin üzerine oturduk. Masanın üzerinde dumanları tüten puf puf ekmeklerden vardı, yanında da tereyağı ve beyaz peynir. Yani annem bunları hangi arada derede kuzinede yaptı hiç anlamıyorum. Çayımızla birlikte önümüzdekileri iştahla yerken gözüm yine bahçedeydi.
Annem hem bir parça dinlenirken hem de kız kardeşimi doyururken, bir kenara bizim için ayırdığı günü geçmiş okunmuş gazeteleri gösterdi
“Bunları öteki evden sizin için taşıdım, kesekâğıdı yapacaksanız hemen yapın yoksa onları bodruma koyup kışın soba tutuşturmada kullanacağım.”
Yani taşınma hazırlıkları yapılırken o gazeteler için az dil dökmemiştik. Demek ki artık annem bunları göz önünde tutmak istemiyor.
Verilen mesaj çok açık ve net, biz de ikiletmeden verdiği bir kapta un ile suyu karıştırıp işe koyulduk. Annem arka bahçede yere önce bir yaygı, üstüne de bir örtü serdi, ortaya da yer sofrasını koydu. Eski gazeteleri iki yanımıza yığdık ve oturup onlardan kesekâğıtlarını yapmaya başladık. Biz diğerleri gibi hamurunu bol koyup kilo çeksin istemiyoruz zaten bunu görse annem de çok kızar. Yalan dolandan ve insanların birbirlerini kandırmalarından hiç hoşlanmıyor.
Biten kesekâğıtlarını annemin gözüne batmayacak bir yere koyup kurumaları için beklemeye başladık. Kendisi öyle temizlik hastası biri değil sadece dağınıklığı sevmiyor, ortaya öylece bırakılmış olanları ya kaldırıyor ya da onlarla hiç düşünmeden vedalaşıyor. Biz bu kese kâğıtlarını pazarın kurulduğu gün götürüp pazarcılara satacağız, yani o güne kadar mühletimiz var. Umarım o arada annemin heyheyleri gelip sıkılacağı tutmaz.
Açık Cumhuriyet sinemasında artık kapanma işlemleri başladı, zaten son günlerde gelen seyirci sayısı da azalmış olmalı ki sandalye aralarında yenmiş çekirdek kabukları bile çok az. Sabahları orada sanki boşuna dolaşıp duruyor gibiyim, galiba yaz başından beri sinemada esen lodos fırtınası artık sona erdi. Olsun benim yine de halı altında birikmiş bozuk paralarım var. Hem zaten kesekâğıtlarını Cumartesi günü pazarda sattığımızda alacağımız paraların yarısı da benim olacak.
Havalar serinlemeye başlarken rüzgârlar da tam uçurtma uçuracak şekilde esmeye başladı. Taşınma sırasında atılan eski uçurtmaların yerine yeniden güzel uçurtmalar yaptık, elimizde kalan kâğıtların renklerine bakmadan yan yana koyup unla yapıştırdık. İplerimiz zaten duruyordu ama annem bize babamın ucu ve topukları artık yamanmayacak kadar çok açılıp yırtılmış olan yün çoraplarından bir çiftini daha verdi.
Kapının önündeki sette oturup onu da dikkatli bir şekilde söktük, kopukları da birbirine düğümledik. Ardından da bunları diğer uçurtma ipi ile birleştirip sarmaya başladık, ipten yumağımız şiştikçe şişti. Uçurtmamız artık biz ne kadar uzağı gitmesini istiyorsak oraya kadar gidecek. Şu ân tek endişem mektup, onu gönderdiğimizde gökyüzünde süzülecek olan uçurtmaya ulaşıp ulaşmayacağı. Neyse bunu da kâğıda mektup yazıp gönderince nasıl olsa öğreneceğiz.
Konusu açılmışken unla yapıştırma konusunda uzman olduk sayılır. Kesekâğıtlarını ucuza almak için pazarda bizimle pazarlık yapan amcaları hatırladım da orasını burasını sağlam mı diye açıp çok kontrol ettiler ama biz onlardan emindik. Elimizdeki tüm kesekâğıtlarını dolaşıp ihtiyacı olanlara sattık, adam başı üçer lira paramız oldu. Ben onları yine gizli köşelere saklarım ama abim ne yapar hiç bilmiyorum, zaten artık onun okulu da değişti.
Üstelik bu sene yeni bir öğretmenimiz olacak, geçen gün Sabahat Öğretmenime sorunca öğrendim, Ali Rıza Bey isminde erkek bir öğretmenimiz olacakmış. Artık siz niye sınıfa gelmiyorsunuz sorularını sormaktan vazgeçtim, öğretmenim hayatından memnun. Ben de ziyaretine gittiğimde onunla çay içip keklerinden yemeyi seviyorum, ne yapalım bu günler de böyle geçip gidecek ama yine de çok Sabahat Öğretmenim olmadığı için çok üzgünüm.
Nihayet beklenen gün geldi ve okullarımız 1966-67 yeni eğitim ve öğretim yılına başladı. 4B sınıfının yeni öğretmeni artık Ali Rıza Okyay’dı. Kısa boylu, zayıf, gözlüklü, yaşlı ve sakin bir erkek öğretmen. Gördüğüm kadarıyla onun da emekli olmasına az kalmış gibi hissettim. Bizim sınıfta galiba hiç görüp bilmediğim bir şeyler oluyor, galiba öğretmenleri gözünün yaşına bile bakmadan emekli ediyor. Ya bizlere ne olacak, küçücük yaşta emekli mi olacağız? Yani biz çocuklara da yazık değil mi?
Okuldan eve döndüğümde anneme bu konuyu hissettiğim gibi anlatıp sorunca kahkahalarla güldü,
“Oğlum, daha baban bile emekli olmadı. Sana sıra gelene kadar oo hooo sen kırk fırın ekmek yersin,” deyip devam etti. “Sen daha büyüyeceksin, okullar bitireceksin, askere gittikten sonra çalışmaya başlayacaksın. İşte o zamandan sonra en az yirmi otuz yıl geçecek de emekli olacaksın.”
Annem böyle açık ve net bir şekilde söyleyince meseleyi çözdüm. Bizim sınıf öğretmenleri hiç acımadan emekli etmiyor, sadece emekli olacaklar bize veriliyor. Ayrıca çocukları da emekli etmiyorlarmış, bunu da anladım.
Gözüm ilk günler sınıfta her vakit Sabahat Öğretmenimi aradı, onun tatlı sert sesini duymak istedim ama artık o yoktu. Geçen birkaç gün içinde de oyunlar dersler derken yeni öğretmenimizi benimsedik. Çocuğuz biz, zaten benimsemeyecektik de ne olacaktı? Başöğretmenimiz Osman Nuri Balkış’ın kapısını çalıp, ben eski öğretmenimi istiyorum demek bir ân bile aklımdan geçmedi, o bana göre kocaman şişman ve sert görünüşlü bir adam. Eminim beni ayakları altında ezmez ama ben herhalde korkudan altıma kaçırırım.
Teneffüslerde okul bahçesinde yılların alışkanlığıyla gözlerim abimi aradı ama o artık bir ortaokul öğrencisi. Benim gibi siyah önlük giyip beyaz yaka takmıyor, büyükler gibi ceket ve pantolon giyiyor, gömlek ve kravatını takıyor. Saçlarını farklı kestiriyor, sanki bir anda havası değişti. Okula birlikte gitmiyoruz, okuldan çıkış saatlerimiz de farklı olduğu için beraber de dönmüyoruz.
İlk birkaç gün bu durumu yadırgamadım desem yalan olmaz ama tek başıma koşturarak, sokaklara girip çıkarak, dükkânlara bakarak gidip gelmeyi aslında daha çok sevdim. Yürüsene diyen kimse yok, yani ister yavaş ister hızlı yürürüm, keyif benim değil mi? Galiba ben kendi başıma buyruk olmayı çok fazla seviyorum.

3 Ekim günü gazete haberlerinde İstanbul Kadıköy’de son tramvay hattının kaldırıldığı anlatılıyordu, annem hüzünlü gibi, belli ki tramvayları seviyor ama onların keyfini esas babam çıkarmış. Tramvayın arkasından koşup arka sahanlığa atladığını, bir sefer büyüklerin yanında anlatırken duymuştum. Ben tramvayları filmlerde gördüm, şimdiye kadar da hiç binmedim ama çok güzel olduklarına eminim. Aslında hatırlıyorum da İstanbul’a Büyükdere’ye gittiğimiz yaz üzerinde iki direği olan bir otobüs görmüştüm ama annem ismini galiba troleybüs demişti. O da elektrikle çalışıyormuş, o direklerle üstteki elektrik tellerinden cereyan alıyormuş.
Bu sene araya kuduz aşıları girmeseydi eminim İstanbul’a giderdik ama taşınma işi de her şeyi bozdu. Aslında İstanbul’dan anneanne, teyze ve dayı gelmeleri de programları biraz değiştirmiş olabilir. Ben en son Iğdır’dan dönüşte Büyükdere’ye gitmiştim, orasını, tepeleri, denizin kenarını ve ince beyaz halkaları ve vapurları hep hatırlıyorum. Yeniden gidersem neler yapacağımı iyi biliyorum, yemin ediyorum bu sefer beni hiç kimse evde tutamaz.
7 Ekim günü ilk Türk otomobiline Anadol adı verilmiş. Bu araba işi beni çok güldürüyor, birkaç yıl önce de hatırlıyorum Devrim marka bir arabadan sadece bir tane üretmişlerdi, işte o araba inat etmiş benzin olmadan çalışmam deyip yerinden hiç kıpırdamamış diye anlatılan bir hikâye duymuştum. Acaba Anadol dedikleri bu yeni otomobil de bir tane mi üretilecek? Bunun da hikâyesi şimdiden yazılıp hazırlanmış mı hiç bilmiyorum.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tören hazırlıkları okulumuzda şimdiden başladı. Annem bana abimin yavrukurt elbiselerini giymek isteyip istemediğimi sordu, o artık ortaokula gittiği için isterse sadece izci olabilirmiş ama artık istemiyormuş. Benim kıymetli asker elbisem dururken, üstelik yavrukurtların önünde yürürken neden aralarına karışıp kaybolayım ki? Hem ben bu elbise için az beklemedim.
Ben hayır deyince annem asker elbisemi dolaptan çıkarıp bana giydirdi, malum çocuklar biraz hızlı büyüyorlar ama ben öyle değilmişim. Annemin deyimiyle minyon tipli bir çocuk olunca elbiseler üzerime hokka gibi oturuyormuş. Bu elbiseyi ilkokulu bitirene kadar rahatça giyebilirmişim. Yani bundan daha güzel bir haber olabilir mi?

24 Ekim günü radyoda duyduğum habere göre, Cumhuriyet Halk Partisinin kongresinde ortanın solu görüşünü savunanlar başarılı olmuşlar. Zonguldak milletvekili Bülent Ecevit genel sekreterliğe seçilmiş. Babam onun Genel başkan İsmet İnönü’den sonra en önemli kişi olduğunu söylüyor. Ben ortanın soluna takılıp kaldım, sağımı solumu aslında hâlâ öğrenemedim farkındayım ama ortaya bir de ortanın solu çıkması kafa karıştırıcı. Böyle sürekli yeni bir şeyler uydururlarsa ben ölene kadar sağımı solumu hiç öğrenemem, işler gittikçe zorlaşıyor.
26 Ekim 1966 günü Kuzey Atlantik Konseyi NATO, karargâhını Belçika’nın Brüksel şehrine taşımayı kararlaştırmış. Gazete bu kuruluşla ilgili bilgide vermiş, aslında iyi oldu babama sormak zorunda kalmadım. NATO, İkinci Dünya savaşı sonrasında 1949 yılında 12 ülke tarafından imzalanan bir anlaşmayla kurulmuş. Amacı, dışarıdan gelebilecek saldırıya karşı ortak savunma yapmakmış ama esasında Sovyetler Birliği ve demir bloku ülkelere karşı kurulmuş. Bana göre şöyle, bizim mahalledeki çocuklar diğer mahalleden gelen çocuklara karşı birbirini korumak için sözleşiyorlar ama birlikte oyun oynamak varken böyle anlamsız sözleşmelere ne gerek var? Neyse gazeteye göre, Türkiye bu konseye 1952 yılında Demokrat Parti zamanında üye olmuş.
29 Ekim törenlerinde yavrukurtların önünde asker elbisemle rap rap yürüdüm, Kim ne derse desin ben çok gururlanıyorum. Abim Merkez ortaokuluyla birlikte törene katıldı, ceketli kravatlı büyük öğrenciler arasında kalın çerçeveli gözlükleri var da onu bizimkiler görüyorlar yoksa garibim arada kaynayıp gidecek. Benim yerim belli, İnönü ilkokulu bayrağı ve flamasının hemen arkasındayım. Bu elbise için biraz bekledim ama değdiğini düşünüyorum. Acaba ilkokuldan hiç mezun olmasam mı diyeceğim ama bu işler benim dememle de olmuyor ki.
Bir Cumartesi günü öğleninde okuldan döndüğümüzde annemi bahçede Köylü teyzelerin briket duvarının yanında, mutfağa yakın bir yerde sandıkların tahtalarını kullanarak bir kümes yaptığını gördük. Biz okuldan gelmeden yan duvarları çoktan bitirmişti şimdi de açık olan üstünün tahtalarını çakıyordu. Yani hangi arada derede kömürlükten tahta sandıkları çıkardı, onları ölçüp testereyle kesti de çaktı bilmiyorum.
Yanı başında onu izlerken, o kümesin ön köşesine, kendisinin de girebileceği büyüklükte bir giriş kapısı yaptı. Kapıdan sonraki kısma da folluk olarak kullanılacak, daha küçük bir bölüm hazırladı, tavuklar için kümesin içine gereken tünekleri ve yemlikleri de itinayla hazırladı. Bu kümes herhalde birkaç metre büyüklüğünde ya var ya yok ama benim gözümde değeri çok fazla. O folluklardan girip taze yumurtaları alacağım, onlarca yumurtamız olacak yani hayali bile beni heyecanlandırıyor.
Bahçede işi bitince, uyanan kız kardeşimi doyurdu ve onu hazırlayıp bebek arabasına bindirdi ve bizlere hadi deyip evden çıktı. Babamın akrabaları olan Süpürgeci Ethem Dedenin ve oğlu Yaşar Amcanın dükkânının yakınındaki bir nalbura gittik. Ben Yaşar Amca gibi çay içen birine bu yaşıma kadar hiç rastlamadım. Bardağa kaynarken konulan çayı kafasına dikiyor ve boş bardağı önüne koyuyor. Ağzı dili nasıl yanmıyor, valla aklım hiç almıyor.
Nalburdan annem, sarı metalden kapı menteşeleri, asma kilit istedi. İstediği ölçülerde kalın naylon ve kafesli tel kestirip aldı. Rulo yapılmış olan tel ile naylonu abimle aramızda paylaşıp annemin yanında yürümeye başladık. Çıkmışken Balık pazarına girildi, annem kıyma ve peynir alıp fileyle arabaya astı. Mutfak camı önündeki sedirde oturmuş kahvesini içerken düşünceli bir şekilde kümese bakıyordu. Aklından bir sürü tilkinin geçtiği belli ama kurcalamak istemiyorum, benim için önemli olan tavuklar ve yumurtalar gerisi boş.
Pazar günü önceden yapıp hazırladığı tahta kapının menteşelerini ve kilidin takılacağı parçayı taktı. Kapıyı kümesteki yerine yerleştirmeden önce ölçerken ben de ona kendimce yardım ettim. Küçük kapıyı düşmesin diye tutarken o da kurşun kalemle işaretlediği yere menteşenin çivilerini çaktı. Kapı istediği gibi açılıp kapanınca kilit takılacak diğer parçayı da belirlediği yere çaktı.
Babamın hiçbir zaman yapamayacağı her şeyi gözü kapalı yapıyor, üstelik ne yaptığını da iyi biliyor. Bir insan bu kadar çok şeyi nasıl bilip yapabilir, söyleyecek sözüm bile yok. Annem kapının işi bitince eline kazmayı alıp kümesin ön ve yan tarafını birkaç karış derinliğinde kazdı. Neden böyle yaptığını sorduğumda hemen açıklamasını yaptı.
“Oğlum, tilkiler ve köpekler kazıp kümesin içine girmesinler diye bunu yapıyorum.”
Nalburdan aldığımız kafesli teli, kazdığı yerin dibinden başlayacak şekilde ön taraftan yeni yaptığımız kapıya kadar sağlam bir şekilde çakıp yerleştirdi. Aldığımız o kalın naylonu da kümes tavanının üstüne serip, yan duvarların tahtalarına çakıp oradan kazdığı yere kadar uzattı. Kazdığı yeri bahçeden toplattığı taşlarla doldurduktan sonra toprakla bastırarak iyice sağlamlaştırdı. Ayrıca naylon rüzgârla uçmasın diye tavanın üzerine kalmış tahta parçalarından yerleştirip çaktı ve geniş ağır olmayan taşlarla da onu köşelerinden destekledi. Marifetli pratik kadın bizim tavuk besleyeceğimiz bir kümesi kaşla göz arasında yapıp bitiriverdi.
Kümes bir hafta boş kaldı ama ben okuldan gelir gelmez soluğu yanında alıyordum. Biz okuldayken annem tavukların suları ve yemleri için Edirne’deki tarım müdürlüğüne gidip, uygun teneke suluk ve yemlikler almış. Suyu doldurup çevirdiğinde, su içildikçe içinden kenarlara akıyormuş, ayrıca yemlik de böyleymiş. Tavuk yemini de Tahtakale yolu üzerindeki zahireciden alacakmışım.
Annem her şeyin hazır olduğundan emin olunca, Cumartesi günü Selimiye Camiinin altındaki boş alana kurulan pazara gittik. Oradan köylülerin getirdiği, alacalı renkli bir horoz ve iki tane tavuğu beğenip satın aldı. Bacaklarından bağlanmış bu hayvanları yanımızda getirdiğimiz büyük bir çantaya koydurdu. Çantanın birer ucundan tutunca onları kolayca eve getirdik. Annem kümesin içinde onların iplerini kesti ve serbest bıraktı, böylece kümesin sahipleri oraya gelip yerleşmiş oldu.
Ben ciğercinin kedisi misali tavuklar her gıdakladıklarında yumurtladılar diye düşünüp heyecanla soluğu kümesin önünde alıyorum. Birkaç gün yaşadığım hayal kırıklığından sonra en sonunda tavuklar yumurtlamaya karar vermişler, ben okuldayken annem ilk yumurtaları toplamış. Bu koyu sarı şeyler gözüme biraz küçük geldiler ama herhalde daha büyüklerini de yumurtlarlar ama tavukların bunları nasıl çıkardıklarını da anlayamıyorum. Neyse ki annem konuya açıklık getirdi, yumurtaların öyle çıkmadığını, kabuklarının dışarıda sertleştiklerini söyledi. Yine de o pürüzsüz oval şekli nasıl aldıkları benim için bir muamma.
Bu dünyada öğrenmem gereken ne kadar çok şey var, bütün bunları şu küçücük kafamın içine nasıl yerleştireceğim hiç bilmiyorum. Acaba bilgiler içerisi dolunca kulaklarımdan dışarıya mı akacak diye düşünüyorum, bunu Sabahat öğretmenime uğradığımda sordum. Çayıma bisküvimi banarken o da açıkladı, beynimizin aklımızın alamayacağı kadar büyük kapasitesi varmış, insanoğlu bunun ancak yüzde beşini kullanabiliyormuş. Bilgilerin kulağımdan akması söz konusu bile değilmiş, çünkü onun beyinle bir alakası yokmuş.
Havalar yine soğumaya başladı, Kasımın yirmi beşinde kutlanan Edirne’nin kurtuluş törenlerine yine okuldan yavrukurtlarla birlikte katıldım. Başöğretmenimizin kızı da bizimle birlikteydi, pantolonu ve kısacık saçlarıyla öğretmenlerimize hiç benzemiyordu. Törene katılan okul grubuyla yürüyüş öncesi fotoğraflar çektirdik, bakalım asker elbisemle çekilen bu fotoğraflardan bana da verecekler mi?

12 Aralık 1966 günü film yönetmeni Metin Erksan’ın yazar Fakir Baykurt’un romanından sinemaya uyarladığı ‘Yılanların Öcü’ isimli film, Tunus’ta düzenlenen Kartaca Film Festivali’nde altın madalya kazanmış. Fikret Hakan, Nurhan Nur, Aliye Rona, Kadir Savun ve Erol Taş’ın başlıca rollerini oynadığı film, aslında 23 Nisan 1962 yılında Ankara’da gösterime girmiş ama bazı gruplarca protesto edilmiş. Film sansür kurulu tarafından da 1965 yılına kadar yasaklanmış. Sansür kurulu nasıl bir şeydir bilmiyorum ama insanların canlarını acıttığı kesin. Fakir Baykurt bu romanı 1954 yılında yazmış, 1958 yılında Cumhuriyet gazetesi Yunus Nadi ödülünü almış. 1959 yılında da hakkında soruşturma açılmış ve öğretmenlikten uzaklaştırılmış.
19 Aralık günü gazetede resmini gördüm, Koç grubu tarafından üretilen ilk Türk otomobili Anadol satışa sunulmuş. Peşin fiyatı 26 bin 800 liraymış, sinemadan topladığım parayı ve bana her gün verilen harçlıkları düşündüm ama işin içinden çıkamadım. Aslında benim gözüm bisiklette ama onu da alma şansım yok.

Okula her gün tek başıma güle oynaya gidiyorum, yolda her yere gönlümce bakıyorum. Kümesteki nüfusta ise bir artış yok, hâlâ iki tavuk bir horoz. Annem, bizleri okula gönderdikten sonra o küçük kümesi her sabah özel göreviymiş gibi dikkatle süpürüyor ve temizliyor. Zeminine yakında bulunan marangozhaneden gidip çuvalla aldığım ince talaşları seriyor. Tavukların eksilen sularını ve yemlerini de düzenli olarak tazeliyor, ayrıca birkaç haftada bir kireçle kümesin içini badana yapıyor.

Temiz bir ortamda iyi beslenen ve bahçede gönüllerince gezinen iki tavuk da, her gün daha büyük yumurtalar vermeye başladılar. İki tavuk da gösterişi çok seviyorlar, yaptıkları bir yumurta ama o kadar fazla bağırıyorlar ki gören duyan da üç tane birden yumurtlamış sanacak. Neyse biz onların gıdaklamalarını duyunca, hemen gidip yumurta var mı diye kümesin içindeki folluğa bakıyoruz. Eğer varsa o sıcak yumurtaları hemen alıp, mutfaktaki sepete götürüp koyuyoruz, bilmiyorlar ama ben o bir yumurtaya da razıyım.

24 Aralık günü Sovyet araştırma istasyonu Luna 13, Ay yüzeyine yumuşak iniş yapmış. Haberlerde ve gazetelerde var ama bunu nereden biliyorlar? Gözünle gidip gören var mı? Belki oraya gitmedi, başka bir yerde başka bir filmi gösteriyorlardır. Okulda öğretmenim açıklamasını yaptı, kameralar vasıtasıyla çekim yapılıyor ve görüntüler dünyaya gönderiliyormuş. Bu konu benim aklıma hâlâ yatmıyor, galiba aklım hep karışacak.
Yıl bitmek üzere bu sene babamın arkadaşları Mahmut Amcaların evinde toplanılacakmış, o amcalar kuzu gününde de bizimle aynı masadaydılar. Daha önce böyle bir kutlamaya katılmamıştık, neler olacak bilmiyorum ama annem hazırlıklara şimdiden başladı. Abimle birlikte PTT’nin oraya gidip oradaki tezgâhlardan kartlarımızı beğenip aldık. Ben sadece anneanneye gönderdim, abimin göndereceği kişi sayısı daha fazla.
31 Aralık 1966 günü akşamüstü yılbaşı yemeği için hep beraber Ayvazoğlu sinemasının biraz ilerisinde oturan Mahmut Amcaların evine gidildi. Binnaz Teyzeler de oradaydı, oyun oynayabileceğim bir sürü çocuk var, bundan daha iyi yılbaşı kutlaması olur mu? 1967 yılı herkese kutlu olsun.
Merhaba Gürcan Bey; Masalın içindeyim sinemada ben de para aradım. Cemal Gürsel’e Aga derlerdi, Ağrı’ya geldiği zaman yakından görmüştüm. Kışlık odun kömür taşıma yığma işlemi, odunları biz de ne güzel dizerdik. Bizim annelerimiz çok becerikli, akıllı ve pratik kadınlardı nur içinde yatsınlar… Kese kağıdı hiç yapmadım ama harika uçurtmayı babam yapar abim uçurur ben de mektup yazar uçurmaya takardım. Tavukların yumurtlamasını beklemeniz beni gülümsettiği gibi bir anımı da hatırlattı. Ben annem İstanbul’a teyzeme gittiği zaman fazla yumurtaları bozulmasın diye haşlayıp kavanozlara doldurmuştum. 😁😁 Çok iyi iş yaptığımı sanıp sevinirken anneciğim -A kızım komşulara dağıtmayı bilemedin mi? Demişti. Daha ilkokul üçe gidiyordum. En sevdiğim de kuzu günleri, Topçuları gecesi, Tankçı gecesi vs de Orduevindeki eğlencelerdi. Çok yaşayın masal da harika gidiyor. Selam ve sevgiler…
BeğenLiked by 1 kişi
Alev hanım, asker ailelerinin benzer hayatları böyle oluyor işte. Annelerimiz gerçekte söylediğiniz gibiydiler, nurlar içinde yatsınlar. Şu yumurta işi şimdi bile benim yumuşak karnımdır. Evde yumurta sayısı 10’un altına indiğinde ben hemen gidip 30 tane alır gelirim. Yumurtaları haşlamak da bence süper olmuş, ben bu günlerde haşlamıyorum onun yerine plastik yumurtalıklar aldım, İstanbul Şarköy arasında onları taşıyıp duruyorum, yani annemin dediği gibi yumurtalar benim için çok kıymetli. Orduevinde ki eğlenceler ne kadar güzeldi, sizler belki danslar bile etmişsinizdir, Bizimkiler çocuklarla balon peşinde koşup oynama muhabbetleri. Anılar bitmiyor, bu arada güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. İyi geceler,
BeğenLiked by 1 kişi
Evet dans ettim öncelikle babamla… Sonra Teğmenler genç kızları babalarından izin almaya çekindiklerinde beni dansa kaldırırlardı… Havamdan geçilmezdi… Ortaokula başladığım yıl. 💃 O yüzden hem güzel dans eder hem de dansı çok severim… iyi geceler.
BeğenLiked by 2 people
Hello there 👋👋
BeğenLiked by 3 people
I many like your beautiful blog. A pleasure to come stroll on your pages. A nice discovery. I will come back to visit you. Do not hesitate to visit my universe. See you soon.
BeğenLiked by 2 people
just saw your comment, you are very kind. You have written very good things, and I will try to follow your work at every opportunity. Greetings and love…
BeğenLiked by 1 kişi