Günlerdir ikinci sınıfın işletme matematiği dersini geçme telaşındaydım, tek ders sınavını verince vakit geçirmeden PTT’ye gidip üçüncü sınıf sınavlarının harçlarını yatırdım ve makbuzu da öğrenci işlerinde karneme işletip damgalattım. Endişeli günlerden sonra şimdi bir nebze olsun rahatladım ama şimdi önümde tam sekiz tane sınav var. Bu dönem kaçında başarılı olurum bilmiyorum ama onlara hazırlanmak için gereken zamanı alt sınıf dersini geçmek için harcadığımı iyi biliyorum.
Avustralya’lı grup Men at Work’ün Cargo albümünde yer alan ‘Settle Down My Boy’ isimli şarkısı bu günlerde sürekli dilimde, yani benim de sakin olmam gerekiyor. Sanki kendi kendime terapi yapıyormuşum gibi bu şarkı gece gündüz beynimin tüm kıvrımlarında geziniyor. Ben takılınca böyle oluyor, şarkıyı değiştirinceye kadar oldukça uzun zaman geçiyor. Settle down my boy…

Yani dışarıdan pek belli olmasa da aslında hayatım yamalı bir bohça gibidir, yaşam sanki hemen sona erecekmiş gibi birçok şeyle uğraşmaya gayret ediyor, sürekli olarak oradan oraya koşturuyorum. Resmen hareket kirliliği yaşıyorum, yani kolay yollardan hareket etmiyor, bir sürü yerde çok fazla şeyle uğraşıyorum. Hayatımı kazanmak için senelerdir deliler gibi oradan oraya koşturuyorum, batıyorum, çıkıyorum. Zihnim parçalara bölünürken, okul ve derslere de yeterli ilgiyi gösteremiyorum. Bu kadar çok uğraşın arasında yaşananları düşündüğümde ise sınavlarda karşılaştığım başarısızlıklar bana doğal sonuçlarmış gibi geliyor.
Sonuçta öyle veya böyle fakültede zaman kaybetmeden diğer öğrencilerle birlikte ben de yoluma devam ediyorum. Üçüncü sınıf ders sınavlarını da bir şekilde verip dördüncü sınıftan ve fakülteden de zamanında mezun olurum. Vakti zamanında yaşadıklarımı da gök kubbede yer etmiş hoş anılar olarak hafızamın bir köşesine eklerim diye düşünüyorum.

2 Haziran günü sabahı okula giderken aklım bu gün gireceğim sınavda olacağına maviliklerdeydi, hava da o kadar güzel ki! Deniz çarşaf gibi sakin, gemiler kuğular misali süzülerek yanımızdan geçiyorlar. Bir ara karşımda oturan bir adamın okuduğu Milliyet gazetesi başlığına ilgisiz kalamadım. Bu arada gözlerim resmen dürbün gibidir, yani görme kapasitem gerçekten çok yüksektir. Çok uzaktan geçen gemilerin isimlerini veya uzakta ki reklam tabelalarını okumaya bayılırım.
Neyse konuya döneyim, gazetenin ön sayfasında Kenan Evren’in haberi vardı, ‘adaletin bağımsızlığına dokunmadık’ diyordu. Okuyabildiğim kadarıyla Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu kabul eden Kenan Evren, yeni oluşturulan bu kurulla ilgili yasanın Fransız ve Alman anayasalarından esinlenerek hazırlandığını belirtmiş. Seneler içinde bu yasa siyasiler tarafından muhakkak esnetilecektir, bu güne kadar görüp yaşadıklarımız bunu işaret ediyor.
Sınavım saat onda olduğu için vapurdan inince otobüse binip yoluma öyle devam ettim. Okulda sınav öncesi ön bahçede ben de elimdeki notları açıp göz atmaya çalıştım. Binaların arasında bulunan geçiş koridorunda ikişerli üçerli aralarında bilgileri tartışanları, sigaralarını içenleri ilgiyle izledim. O arada gördüğüm Adnan’ın yanına gittim, Musa ve Remzi de onun yanında. Sigaralarını içerken sanki ellerinde bulunan notlarla güreşiyorlar. Adnan’la geçen gün tek ders sınavında birlikteydik, o da kalender biri, her şeyi oluruna bırakmış durumda. ‘Zorlamaya ne gerek var’, diyor. ‘Nasıl olsa eninde sonunda bu okuldan mezun olacağız.’ Ben de aynı fikirdeyim, ortada kaybettiğimiz bir şey yok, sıkıntıya ve endişeye ne gerek var ki.

3 Haziran günü güya ders çalışmak için yine okuldaydım, kantinde oturan öğrencilerin hararetli sınav konuşmaları arasında Adnan’la çaylarımızı yudumlarken, masada bulunan gazetede yer alan futbolla ilgili haberi gördüm. Kenan Evren’in emriyle ve Futbol Federasyonu kararıyla Ankaragücü takımı 1 Lige alınmış. Düşünüyorum da devlet sanki büyük bir askeri birlik, uygulanan hiyerarşi de aynı şekilde. Komutan yap diyor, emri sorgulamadan alttakiler yerine getiriyorlar. Emir komuta zincirinin ne demek olduğunu bu ülke şimdi çok daha iyi anlıyor. Aslında Ankaragücü eskiden hatırladığım futbol takımlarından birisi, sarı lacivert forma renkleri var ama keşke bileklerinin gücüyle bir üst lige çıksalardı.

O arada daldım ve çocukluğumda var olan futbol takımlarını gözümün önüne geldi, bunu Adnan’la paylaşmaya başladım. Bildiğim o takımlar şimdi üç büyükler dışında çoğu 1 ligde bile değiller. O Beykoz, Vefa, Feriköy, Hacettepe, Ankara Demirspor, Şekerspor, İzmirspor, Göztepe, Altınordu, Karşıyaka takımları acaba şimdi neredeler? Yani futbolla hiç ilgilenmesem de her türlü bilgiyi gören ve sünger gibi emen hafızam bunları zamanı gelince önüme koyuyor.
Geçen hafta başlayan üçüncü sınıf sınavları benim için öyle pek tatlı geçmiyor, Üretim Yönetimi, İşletme Finansı, Denetim, Maliyet Muhasebesi, Bilgi işlem, İstatistik II, Pazarlama ve Personel gibi baba derslere karşı mücadele ediyorum. Matematik ağırlıklı dersler insanın gözünün yaşına bakmazlar, yedi dersin beş tanesi de öyle olunca işler zorlaşıyor.
Elimde bulunan kitap ve notları birkaç gün gözden geçirerek sınavlara giriyorum. En zor senede derslerin öyle iki gün oturup hazırlanmayla halledilemeyeceği ortada ama benim de yapacaklarım maalesef sınırlı. Öğrenci derneğinin temin ettiği geçmiş yıl sınav soruları da beni olumlu bir sonuca ulaştırmıyor. Bakalım bu sefer sonuçlar ne olacak?
9 Haziran Salı günü sabahki sınavdan çıkınca hem bizimkilerle değerlendirme yapmak hem de dinlenmek için soluğu kantinde aldım. Çayımı içerken oradaki gazeteye de göz attım. 9 İsrail savaş uçağının Tel Aviv’e 950 kilometre uzakta bulunan Irak Nükleer Santralını bombaladığı anlatılıyordu. Sebep de her zaman olduğu gibi öne sürülendi, yapılan saldırının amacı nükleer silahların yapılmasını önlemekmiş. Ancak Fransız Atom kurumundan yetkili birinin yaptığı açıklama, o tesiste nükleer silah yapma imkânının olmadığını belirtiyordu.

Görünen o ki dünyanın sahipleri ortada, onlar ne derse belli ki o olacak. Hiç görmediğimiz uçaklarla ve uydularla tüm dünyayı her saniye izliyorlar. Onların kendi güvenliğini ve menfaatlerini tehlikeye atacak her şeyi yok etmeye veya engellemeye sonsuz hakları var. Bahane ve neden üretmek onlar için zor değil, kamuoyu oluşturmak için yeterli güçlerinin olduğu ortada. Yanlış yapma olasılıkları olamaz, yapsalar da pardon deyip aradan kolayca sıyrılabilirler. İnsanların ölmesi, ülkelerin yıkılması normal sonuçlar. Ya o yapılar, bedava mı yapılıyor? Benim için tehdit deyip yıkınca bedeli ödeniyor mu? O şarkı buraya da gayet güzel uydu, Settle down my boy…
Biz zavallıların valla işi zor, oturup kalkarken, hatta osururken bile iki kere düşünmemiz gerek. Bence zararsız olan ama onların aklına uymayan bir şey için tepeme birden bir bomba küt diye düşebilir. Öteki tarafta beni oranın sakinleri karşılıyorlarmış, ‘hayrola kardeş neler oldu anlat hele deseler, sadece osurmuştum,’ desem komik olmaz mı? Sanki saçma bir komplo teorisi gibi ama yaşananlar bana böyle şeylerin de olabileceğini gösteriyor.
Neyse benim işim şimdi okulum, birkaç gün sonraki bilgi işlem sınavı gireceklerimin en ilginci olacak. Derslerde bizlere Fortran IV bilgisayar dili öğretildi ama program yazmak, olasılıkların bulunduğu tablolar oluşturmak öyle pek kolay değil. Hatırlıyorum da dersler belirli bir seviyeye gelince, Nisan sonu gibi Hocamız Dr. Öner Esen bizi arka binada bulunan Üniversitenin Haydar Furgaç Bilgi İşlem merkezine götürmüştü. Klimaların soğuttuğu buz gibi bir yerde onun bilgi işlem merkezi hakkında anlattıklarını dinlemiştik ama kocaman makinanın yanına giremeden sadece camdan bakıp bilgisayarın ne olduğunu görmüştük. İçeriye sadece görevlileri alıyorlarmış, hassas makinenin daha steril ortamda bulunması gerekliymiş. Sevsinler, sanki ameliyat odası da bizleri içeriye almıyorlar ama içeride çalışanlar kişiler de maskeyle ve ameliyat elbisesiyle çalışmıyorlar.

Biz öğrenciler giriş salonunda bize gösterilen kart delme makinelerinde daha önceden sınıfta yazdığımız programları kartlara işleyecekmişiz. Bu makine daktilo gibi tuşlarla yazdığımız programı, herhalde on beş santimlik ince kartonlara delerek işliyor. Programın her satırı için bir kart ama bu kartları hiç karıştırmamak gerekiyor. Günler içinde verilen ödevler dolayısıyla Haydar Furgaç’a yolumuz çok düştü, kart delip lastikle sabitlediğimiz çalışmamızı orada bulunan kutuya ismimizi yazıp bıraktık, birkaç gün sonra da gidip sonuçlarını aldık.
Bir seferde çok basit bir işlemi bile yapamıyorduk, kürsüye gidip Asistan Haldun’un başına üşüşüp hatamızı ve onu nasıl düzelteceğimizi öğrenmeye çalışıyorduk. Programı düzgün ve doğru yaptığımıza emin olunca gidip yeni kartlar delip yine orada bulunan kutuya bırakıyorduk. İşte o neşeli günlerin sınavı önümüzde şimdi duvar gibi yükseliyor. Artık öteki binaya kart delmeye gitmeyecektik ama belli ki sınavda çok zorlanacaktık.
Bu arada Haziran ayının ortasına bile gelmeden İstanbul’da hava sıcaklıkları 29 dereceyi aştı. Yüksek tavanlı buz gibi kütüphane ve yüksek ağaçlar altında püfür püfür esen Çınaraltı en güzel ders çalışılacak yerler. Gerçi etrafı hareketli olan Beyazıt Çınaraltı çay bahçesini bu işte pek saymasak daha doğru olacak. Birkaç yıldır buraya ölüm korkusuyla ne kadar da az geldiğimi düşünüyorum da üzülüyorum. Yani aslında ölüm ne kadar basit bir konu, farkında olmasak bile başkaları için tehdit oluşturuyor olabiliriz. Görünen o ki bazılarının bizleri nasıl algıladıkları çok önemli.

Öğleden sonra girdiğim bilgi işlem dersi sınavım kötü geçmişti ama dönüşte Eminönü’nden bindiğim vapurla Kadıköy’e geçerken, masmavi deniz beni alıp başka âlemlere sürüklemişti. Bütün Avrupa’yı senelerdir adım adım geziyorum ama İzmir, Ankara ve Kapadokya dışında bir yere kendi başıma gidemedim. Bu yaz güneye gitmeyi ve bu ayıbı temizlemeyi çok arzu ediyorum, acaba sınavlar bittiğinde Temmuz da tek başıma oralara mı kaçsam? Bodrum, Marmaris, Antalya, Kaş taraflarını gerçekten çok merak ediyorum.
Akşam balkonda annemlerle oturmuş sohbetle yemek yerken, içerdeki televizyonda haberlerde İsviçre, Cenevre Başkonsolosluk sözleşmeli sekreteri Mehmet Yergüz, işten çıkıp evine giderken silahlı saldırıya uğradığını işittik. Günlerden 10 Haziran, Mehmet Yergüz, başından ve göğsünden aldığı kurşun yaralarıyla olay yerinde hayatını kaybetmiş. Olay anında silahıyla birlikte yakalanan katilin, Lübnan uyruklu Ermeni Mardiros Jamkodjian olduğu tespit edilmiş.
Bu kaçıncı kaybedilen hayat böyle, bu insanlar kolay mı yetişiyor? Bazıları bu cinayetlere rağmen dünya çapında sahip oldukları güçlü televizyon ve radyo kanalları ile mağduriyet algısı yaratıyorlar. Yoğun bir şekilde yaşadıkları ülkelerde oluşturdukları kamuoyu baskısı ve tehditlerle olayları önemsizleştirmeye çalışıyorlar ama sonuçta ortada işlenen korkunç cinayetler var ve bunun haklı bir yönü olamaz. Tarihçilerin gerçek belgelerle çözecekleri bir konuyu taraflı siyasetçiler vasıtasıyla büyütmenin daha fazla cinayeti yaratacağı da kesin. Dünyanın dikkatini çekmek için bu cinayetlerin devamının geleceği ortada, bizim gibi sade vatandaşlar ise sadece üzülecekler.
Dünya cadı kazanı gibi, 11 Haziran günü ise gazetelerde İran’da İslam devrimi sonrası 25 Ocak 1980 tarihinde yapılan seçimler sonrasında aldığı % 79 oy oranı ile ilk Cumhurbaşkanı seçilen Ebu’l Hasan Beni Sadr’ın görevden alındığı haberi vardı. Habere göre Beni Sadr, Hümeyni ve din adamları ile ihtilafa düşünce Ayetullah Humeyni tarafından kendisine verilmiş olan yetkiyle görevinden alınmış. İran Devrim mahkemeleri başkanı Muhammed Beheşti, Beni Sadr’ın anayasayı ihlalden yargılanacağını açıklamış.

Matematik ağırlıklı dersler dikkat istediği için şu sıralar başarılı olmam kolay değil, İstatistik II ile Bilgi işlem dersi sınavları bitti ama başarılı sonuç alamayacağımı biliyorum. Tahminime göre Kantitatif analizler ile İşletme finansı sınavlarından da çakarım gibi ama hâlâ evde ders çalışıyorum. Eğer dikkatli davranır ve sakin hareket edersem hata yapmam, işte o zaman başarılı olurum.
İki gün sonra kütüphanenin altındaki büyük anfide Üretim Yönetimi dersi sınavına girdim, çıktığımda geçemeyeceğimi biliyordum. Güneş Hocamız sınav sorularını hazırlarken havasındaymış. Onun tarzı bu herhalde, ilk sınavda baba sorular sormayı seviyor. Onu iki gün sonra İşletme Finansı ve ardından da Maliyet Muhasebesi sınavı takip etti, ben olacakları biliyorum.
Fakültenin ayın başından beri devam eden yılsonu sınavları nasıl olduğunu anlamadan 26 Haziran Cuma günü sona erdi, ben açıklanan sonuçlara göre yine ancak üç dersten başarılı olabilmişim, matematik ağırlıklı derslerin hepsi babalar gibi yerli yerinde duruyor. Galiba liseden mezun olduğum gibi fakülteden de ortalama dört buçuktan beş ile mezun olacağım.
Cumartesi akşamüstü daha önceden sözleştiğimiz gibi Bostancı’da deniz kenarında bulunan Turgayın Tavernası Derya’nın çay bahçesinde arkadaşlarla buluştuk. Daha önceleri arada bir tavernaya gelirdik, dans eder gecenin keyfini çıkarırdık. Geçen sene üst tarafta bulunan ilkokulda folklor eğiticiliği yaptığımız sıralarda orada tanıştığımız ailelerle birlikte buraya gelmeye alıştık.
Şu ân hasırların ve tentelerin altında gölgede oturmamıza rağmen hava oldukça sıcak, ilerdeki bulunan vapur iskelesinde bağlı duran vapurun düdüğü onu hareket etmek üzere olduğunu haber veriyor. Sabah erkenden adalara gezmeye ya da yüzmeye gidenleri almaya gittiği kesin. Kışın ıssız ve boş olan adalar, yaz geldiğinde hele okullarda tatile girince sanki batacakmış gibi doluyor.
Üniversiteye gidenlerin sınavları sona erdi, herkes de bir rahatlama var, içki içmek, eğlenmeye bir yerlere gitme isteği üst seviyede. Benim aklım ise Bodrum mu olur Antalya mı bilmiyorum ama kesinlikle güneye gitmekte. Diğerleriyle konuşurken konu yine günü birlik gezilere gelince ben de hemen kendi düşüncemi anlattım. Meğer aramızda benim gibi böyle alıp başını gitmek isteyenler de varmış. Gürsel ve Ümit aileleriyle birlikte Marmara Adasında ki Çınarlı köyüne gideceklermiş, kız kardeşim de onlarla birlikte oraya gideceğini söyledi.
Attila, gazeteci ve haber ajansında Fenerbahçe muhabiri, izni şeker bayramından sonraymış yani 10 Ağustos tarihinde izni başlıyormuş. Eğer o tarihe kadar beklersem, 7 Ağustos akşamından itibaren benimle birlikte güneye gelebileceğini söyledi. Arada bir aydan fazla zaman var, bu nedenle hemen karar vermek yerine bu konuyu bir dahaki görüşmemizde konuşalım diyerek kapadık.
O sırada yanımıza bizim Mete ile Asuman gelince onlarla sohbet başladı. Asuman, Boğaziçi Üniversitesi İşletme bölümünden bu dönem yeni mezun oldu. Babası tersane ve denizcilik sektöründe önde gelen kişilerden biri ama Asuman şimdilik bu alanda çalışmak istemiyor. Bundan sonra iş için ne yapmak istediği konusu açılınca, bize okulda gördükleri bir iş ve eğitim ilanına başvurduğunu anlatmaya başladı.
Pazartesi sabahı kolejden ve üniversiteden yakın arkadaşı olan Esra ile birlikte Teşvikiye’de bulunan yabancı ortaklı büyük bir reklam ajansında, bir ay boyunca eğitime gideceklermiş. Şirket içinde verilecek olan bu eğitim sonunda eğer başarılı bulunurlarsa, reklam ajansında hemen işe başlayacaklarmış. Bizlere eğitim programını kendilerine aktarıldığı kadarıyla anlatınca, ister istemez ilgilendim, bana göre bu harika bir eğitim programı.
Anlatılanları içimden tartarken farkında olmadan sessizce dalıp gitmişim. Aslında birkaç senedir Fakülte kütüphanesinden reklamcılık konusunda yayınlanmış yabancı kitapları ve dergileri alıyor, onlardan kendimce notlar alıp bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Ancak bu işin öyle sadece ciddi akademik yayınları okumayla değil, aksine işin içinde yer alarak öğrenileceğinin de farkındaydım. Önemli reklam şirketlerinin kapılarını çalıp, ben geldim öğrenmeye hazırım demenin de bir manası yok. Zaten beni bu halimle kim kabul eder ki?
O ân nasıl oldu bilmiyorum ama kafamdaki bu olumsuz düşüncelerden sıyrılıp hiç düşünmeden çocukça bir tutkuyla ortaya atladım, heyecanlı bir şekilde Asuman’a sordum.
“Ne dersin, gidip konuşsam acaba beni de bu eğitime alırlar mı?”
O sakin haliyle cevap vermeye çalıştı.
“Yani ne diyebilirim ki? Bu eğitim programını, Boğaziçi Üniversitesinden mezun olanlar için veriyorlar,” dedi. “Biz önce sıkı bir eğitim alacağız, başarılı bulunursak orada işe gireceğiz.”
Aldığım bu cevap ister istemez beni hayal kırıklığına uğrattı.
“Bu program başka okullardan gelenler için düşünülmemiş galiba!” diye yorumda bulundum.
Asuman, üzüldüğümü görünce beni kırmamaya çalışarak kendince orta yol bulmaya çalıştı.
“Pazartesi sabahı istersen, benimle gel. Onlarla karşılıklı bir görüş, belki seni de bu eğitime kabul ederler.”
Bu sözlerle birlikte içimde bir ümit ışığı yanıverdi. Pazartesi sabahı buluşmak üzere sözleşip şimdilik reklamcılık konusunu kapattık, gelen çaylarımızı yudumlamaya ve sohbete devam ettik.
Attila, keyifli bir şekilde biraz önce kapadığımız konuya döndü,
“Bak eğitime kabul edilirsen zaten Temmuz’da işin var demektir. Biz galiba seninle güneye gideceğiz.”
Endişeli bir ifadeyle ona baktım.
“Ay inşallah! Allah söyletiyor galiba.”
Mete, konuyu sorunca onlar gelmeden önceki konuşmaları anlattık. Onun da maalesef bizlerle güneye gelme şansı yok. Bize kendi fikrini söyledi.
“Asuman yok, hafta arası Sedef Adasına gidemeyiz. Bence bir hafta sonu günü birlik motor gezisi yapalım, hem yüzer hem de eğleniriz.”
O da olur öteki de ama bence her şey Pazartesi günü sonuca ulaşacak.
Pazar günü hava inanılmaz sıcaktı, herkes deniz kenarına ve adalara hücum ederken evde balkondan içeriye pek giremedik. Bizim daire en üst katta olduğu için özellikle gece çatıdaki kiremitlerin sıcaklığı bizi sıkıntıya sokuyor, gündüz nispeten iyiyiz ama gece sanki saunada gibiyiz. Cuma günü de ramazan başlıyor, 1 Ağustos Cumartesi günü de Şeker bayramının ilk günüymüş.
Annem, bu uzun ve sıcak günlerde adım gibi eminim yine her zamanki gibi oruç tutacaktır ama asabi yüksek tansiyonuyla kendisini riske attığının acaba farkında mı? Onun inatçılığını çok iyi biliyorum, konuşmanın da hiç bir manası yok, o şimdiden hazırlıklarını yapmaya başlamıştır bile. On sene önce tansiyonu nedeniyle felç geçirdiğini sanki unutmuş gibi görünüyor.
Sözümü dinletemeyeceğim bu oruç konusunu geçiyorum, zaten aklım yarın gideceğim reklam şirketinde. Kitaplardan ve dergilerden çektirdiğim reklamcılıkla ilgili fotokopilerin olduğu klasörleri açıp daha önce aldığım notlara göz attım ama bunlar çok genel şeyler. Ne nedir, ne değildir, falan filan yani ama dün Bostancı’da Asuman’la konuştuğumuz eğitim ise pratiğe dayalı gerçek bir şey.
Düşünüyorum da keşke fakültede ki derslerime de böyle heyecanla ve tutkuyla sarılsam ama maalesef öyle olmuyor. İki yüz kişilik sınıflarda öğretim görevlilerinin bizlere yeterli zamanı ayırmaları gerçekten çok zor. Onlar kendi günlük programlarına uygun olarak derslerini sıfırdan başlayarak anlatıp gidiyorlar. Ders bitmeden önce öğrencilere, ‘bir sonraki derste şu konuyu işleyeceğiz. Bu konuda şu kitapların ilgili bölümlerini okuyup hazırlıklı gelin’ deseler bakalım neler oluyor?
Fakültede derslere devam mecburiyeti olmadığı için böyle konuşmalar ve yönlendirmeler kesinlikle olmuyor. Bizler derslerde ne anlatılacağını kesinlikle bilmiyoruz, önceden araştırma yapıp sınıfa hazırlıklı gelmediğimiz için aktif olarak derslere katılamıyoruz. Anlatılan konu üzerine sorulan sorular da eften püften şeyler oluyor. Bu şekilde öğrenmeyi ötelemek öğrencilerin de heveslerini ve ilgilerini maalesef azaltıyor. Herkes kendince haklı ama ortada olan tek gerçek var o da eğitimde daha yüksek bir seviyeye ulaşılamaması!
Galiba sıcak başıma vurdu, oturmuş kendimce fakülte eğitim sistemini sorguluyorum. Gören duyan da ne kadar bilinçli bir öğrenci olduğumu zannedecek ama ben kendimi tanıyorum. Bir konuyu sevdiğim zaman ona dört elle sarılıyor ve öğrenip başarılı olmak için elimden gelenin fazlasını yapıyorum. Okulda görüp öğrendiğim dersler beni heyecanlandırmıyor, hele öğretim görevlisi konuyu mıy mıy anlatıyorsa tamamen kopuyor ve ilgimi kaybediyorum. Elimden geldiğince fakülteye gelmeye çalışıyorum ama bu nedenlerle kendimi kantinde veya kütüphanede buluyorum.

Yarın Teşvikiye’de neler olacağı konusunda doğal olarak endişeliyim, reklam şirketinde başlayacak olan eğitimin kabul şartlarına hiçbir şekilde uymuyorum. Öncelikle Boğaziçi Üniversitesinden değilim, üstelik üniversiteden mezun da olmadım ama gidip yine de şansımı deneyeceğim. Hiç korkmadan göğsümü gererek savaşacağım, elimden ne geliyorsa yapıp kendimi o eğitime kabul ettirmeye çalışacağım ama bu nasıl olacak işte onu hiç bilmiyorum.
Gece düşünceler içinde bir sürü şey kurup rahat uyuyamayacağımı gayet iyi biliyorum. Olumsuz birçok soru üretip onlara cevap bulmaya çalışırken hemen dalıp uyumayı beklemiyorum. Saati altı buçuğa kurdum ama yine de duymazsam diye erken kalkan annemden de uyandırma konusunda yardım istedim. Sabah Bağdat Caddesine inip duraktan 124 numaralı Mecidiyeköy Taksim otobüsüne bineceğim, okullar yaz tatilinde olduğu için otobüse sıkışarak da olsa binebileceğimi umuyorum.
29 Haziran Pazartesi günü sabah saatin çalmasıyla birlikte erkenden uyandım, sakal tıraşı olduktan sonra kahvaltı yapıp hazırlandım ve annemin duaları eşliğinde heyecanla yola çıktım. Caddedeki durakta fazla beklemedim ve ilk gelen 124 numaralı otobüse binebildim. Kışın olsa eminim böyle bir şansım olmazdı, Allahtan trafik de fazla yoğun değildi. Umduğum süre içinde Boğaziçi köprüsünden karşıya geçtim ve otobüsten Osmanbey durağında indim.
Rumeli Caddesi boyunca aşağıya doğru bakınarak yürürken, etrafımda işlerine geç kalmamak için acele eden insanları gördüm. Onların arasında birkaç sene önce eğitici olarak Nişantaşı High School’a gittiğim o günleri hatırladım. Oraya ilk gidişim gibi yine belirsizlik içinde bir parça heyecanlıyım ama yine o günkü gibi çok kararlıyım. Gideceğim ve neyle karşılaşırsam karşılaşayım onu yaşayacağım.
Beni bekliyorlar mıydı bilmiyorum ama sözleştiğimiz gibi saat dokuzda, Asuman ve Esra ile Teşvikiye Camii’nin kapısı önünde buluştuk. Asuman, yazın Bostancı’da babaannesinin evinde kalıyor, kışın da Teşvikiye’de kendi evlerinde. Esra ile dün Bostancı’dan Teşvikiye’ye gelip geceden burada kalmışlar. Galiba evvelki sene yeni yıla kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte onların buradaki evinde girmiştik.
Neyse hal hatır sonrası yolun karşısına geçtik, tam karşıda bulunan Belveder Apartmanına doğru yürüdük ve üç beş merdiveni çıkarak büyük kapıdan içeriye girdik. Hareket ettikçe titreyen çok eski bir asansöre binip doğruca şirketin olduğu üçüncü kata çıktık. Heyecandan içi içime sığmıyor ama sakin görünmeye çalışıyorum.

RTS Campbell Eward Reklam Tanıtma Servisleri tabelası yazan açık kapıdan içeriye girdik. Orada çay ve sigara içip sohbet eden neredeyse on beş kişi ile karşılaştık. Şirket içi reklam eğitiminin yapılacağı büyük salona, kenarları yazı yazmaya uygun kollu iskemleler konulmuş. Yan duvarın önüne büyük bir televizyon yerleştirilmiş, altında video cihazı göze çarpıyor. Kenarlarda da renkli keçeli kalemlerin kullanıldığı beyaz yazı panoları var.
Televizyonun yan tarafında eğitici masası olduğunu zannettiğim yerde, kır saçlı ve pos bıyıklı sakin bir adam oturuyor. Dumanı tüten çayı ile birlikte sigarasını içerken, bir yandan da dalgın bir şekilde önündeki notlara göz gezdiriyor.
Asuman, bana masada gördüğüm, daha önceden tanıdığı bu kişiyi gösterdi.
“Şirketin yöneticilerinden Ali Pasiner Bey, eğitimden sorumlu olan kişilerden biri de o. Senin gidip önce onunla konuşman gerekiyor.”
Tamam der gibi başımı sallayıp yanlarından ayrıldım.

Hiç tereddüt etmeden hemen Ali Bey’in yanına doğru yürüdüm, geldiğimi fark edince başını kaldırıp bana baktı ve hafifçe gülümsedi, birbirimize günaydın deyip karşılıklı selamlaştık.
Kendimi tanıttıktan sonra hemen konuya girdim.
“Eğitime gelen Asuman ile çok yakın arkadaşız, bugün başlayacak olan reklamcılık eğitimini hafta sonunda kendisi bana övgüyle anlattı.”
Öyle mi der gibi bakıp hemen sordu,
“Sen de onlarla aynı üniversiteden misin?”
Hayır, diyerek başımı olumsuz bir şekilde salladım sonra da kendisine eğitim durumumu anlattım.
“İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinin üçüncü sınıf derslerini yeni bitirdim ama izin verirseniz, uygun da görürseniz bu önemli eğitime katılmak istiyorum? ”
Ciddi bir ifadeyle durumu açıklamaya başladı.
“Burada eğitim için bulunan arkadaşların hepsi Boğaziçi Üniversitesinden yeni mezun oldular,” dedi. “Şirkette birlikte çalıştığımız profesyonel arkadaşlarla birlikte bilgilerimizi ve yeni teknikleri gözden geçirirken bu arada onları da eğiteceğiz.”
Sözleri bitince sigarasından bir nefes çektikten sonra çayını yudumladı.
Ardından da tekrar yüzüme bakıp konuşmaya devam etti.
“Yeni mezun arkadaşlara bu eğitimi vermemizin bir amacı da, onların yeteneklerini görmek ve bize uygun olanları da RTS ve kardeş kuruluşumuz Pars McCann Ericsonn’da işe almak,” deyip sözü bana getirdi. “Sen kendi okulundan henüz mezun olmamışsın ki!”
Böyle bir cevabı almaya baştan hazırlıklı olduğum için tereddütsüz konuşmaya girdim.
“Söylediklerinizi Asuman da geçen gün konuşurken açıkça belirtti,” deyip gözlerine baktım. “Karşı karşıya bulunduğum bu olumsuz şartların farkındayım ama bunlar beni nedense durduramadı, içimdeki tutkuyu bir türlü engelleyemedim.”
O çayını yudumlarken ben de sözlerimi sürdürdüm.
“Bu sabah karşınıza gelip düşüncelerimi söyleyemeseydim inanın kendimi mutsuz hissederdim,” deyip sözlerimi yumuşak bir ifadeyle sürdürdüm. ”Reklamcılığı ve onun yaratıcılık yönünü gerçekten seviyorum, işin pratiğini öğrenme konusunda çok da istekliyim.”
Bu sözlerimden sonra karşımda bulunan kişi de sanki bir tereddüt hissettim. Ben de bir cesaretle, hiç ara vermeden sözlerime heyecanla devam ettim
“Ali Bey, size ayak bağı olduğumu, eğitimi düzeninizi bozduğumu veya yetersiz kaldığımı hissettiğiniz ân, beni hiç tereddüt etmeden hemen eğitimden çıkarabilirsiniz. İnanın sizlere hiç kırılmam.”
Bu sözlerimle birlikte gülümsedi.
“Demek reklamcılık konusunda bu kadar tutkulu ve isteklisin?”
Bütün samimiyetimle kendisine cevap verdim.
“Evet, lütfen bu eğitimde yer almama izin verin. Ayrıca beni şirketinizde işe almanız konusunda da bir sorumluluğunuz olmadığını şimdiden size açıkça belirtmek isterim.“
Ben bu kadar ısrarcı ve istekli olunca nedense bana bir şans vermek istedi.
“Peki, sen de bize katıl ama gelecekte hiç bir şey için söz vermiyorum.”
Artık söylenecek hiç bir şey yoktu, sevinçle sadece tamam der gibi başımı salladım.
Bizler içimizden ne düşünürsek düşünelim, nasıl hayaller kurarsak kuralım oturduğumuz yerden bir şey olmuyor. İleriye doğru korkmadan cesaretle bir adım attığımızda, evren bizim için muhakkak güzel bir sürpriz hazırlıyor. Bana böyle bir eğitim fırsatı verdiği için Ali Bey’e minnettarım, mutluluktan resmen havalara uçtum.
Konuşma sona erince yüzüm heyecandan kıpkırmızı bir şekilde Esra ile konuşan Asuman’ın yanına gittim.
Beni böyle görünce endişeyle yüzüme baktı,
“Olmadı galiba!”
Başımı sallayıp gelişmeleri sevinçle ona aktardım, sonra da soluk askeri omuz çantamı onların yanındaki bir iskemleye koyup kendime çay almaya gittim.
Yerlerimizi aldığımızda eğitim, şirket yöneticileri Ali Pasiner, Pınar Kılıç Beyler’in kısa konuşmalarıyla açıldı. Bizlere yapılacak olan eğitimin amacını, nasıl bir yöntemle yapılacağını, süresi ile bitiş tarihini ve beklentilerini açıkladılar. Şirket içi eğitim konusunu tüm yönetim olarak çok ciddiye aldıklarını, burada aramızda bulunan kişilerin arasında Creative direktör, Müşteri temsilcisi ve Grafiker arkadaşların olduğunu özellikle belirttiler.
Ardından ellerindeki listeden sırayla isimleri söylemeye başladılar, ismi söylenen kişiden kendisini tanıtmasını ve yapılacak bu eğitimle ilgili beklentilerini sordular. Biten konuşmalardan sonra da kişileri daha iyi tanımak için özel sorular da sordular. Orada bulunan kişilerle daha ilk dakikadan itibaren birebir iletişim kurmak istedikleri kesin.
En sonunda sıra bana geldiğinde ayağa kalkıp kendimi kısaca tanıttım, eğitime bakış açımı, beklentilerimi basit bir şekilde belittim. Şimdiye kadar kendimi hiç böyle tanıtma şansım olmamıştı, bu deneyim benim için güzel bir başlangıç oldu. Fakültede ders veren öğretim görevlilerinin bizlerle böyle doğrudan iletişim kurmadıklarını daha iyi gördüm, aslında bu tür bir yaklaşım kişinin kendini ortamın bir parçası olmasını sağlıyor. Yani dakika bir gol bir!
Tanıtım ve konuşmalardan sonra da vakit geçirmeden eğitime başlandı. Anlatılan sözlü ve görsel bilgiler daha ilk ândan itibaren beni içine aldı, tüm dikkatimle her şeyi takip etmeye ve notlar almaya başladım. Gelecekle ilgili bir beklentim olmadığı için şu ân görüp öğrendiklerimi zihnime hızla kazımalıyım. Bunlar benim kitaplarda okuduklarımla öyle pek bağdaşmıyor, havada kalan hiç bir şey yok. Reklamcılık nedir, türleri ve faydaları nelerdir gibi genel konular burada yok, sadece teknikler ve onların uygulanma yolları söz konusu.
Öğleden sonra ilk eğitim bittiğinde üzerimde herhangi bir yorgunluk yoktu, Asuman ve Esra ile çıkışta yarın sabah görüşmek üzere vedalaştık, onlardan ayrılınca etrafa bakınarak Şişli Terakki Lisesinin önünden yukarıya doğru yürümeye başladım. Mutlu ve huzurluyum, istediğim bir eğitime hem tutkulu kararlılığım hem de karşıma çıkan anlayışlı ve iyi niyetli bir kişi, yani Ali Pasiner sayesinde kabul edildim.
Rumeli Caddesinde sabah işe yetişmek için koşturanlar varken, şimdi etraf tatilin keyfini çıkarmaya çalışan, vitrinlere bakınan insanlarla dolmuş. Dört yol ağzında Vali Konağı caddesinden sapıp eski günleri yâd etmek için aşağıya doğru yürüdüm. Şimdi tatilde olan High School’a demir bahçe kapısının dışından bakıp geriye döndüm. Sokak içinden kalkan Karaköy dolmuşunu görünce otobüsü boş verip hemen içinde yolcu olan ilk sıradakine bindim. Şimdi bu keyifle Kadıköy’e vapurla gitmek çok daha güzel olacak.
Evde balkonda annemle karşılıklı oturduğumuzda ona bu gün reklam şirketinde yaşadıklarımı heyecanla anlatmaya başladım. Ona dün konuyu tam olarak anlatmamıştım, o iyi niyetle bizler için hayal kurup beklentiler içine giriyor. Böyle istekli ve heyecanlı olmam onun hoşuna gidiyor, farkındayım. O ilkokuldan beri sene kaybetmemem için çok çabaladı ama çocuklar büyüyünce başında oturup derslerinle ilgilenmesi mümkün değildi. Kendini yetiştirmişti ama eğitimi ve bilgileri ilkokul mezuniyeti kadardı, üst sınıftaki dersler için maalesef bir faydası olmuyordu.
Çayımı içerken bu gün eğitimde öğrendiklerimi ve aldığım notları tekrar gözden geçirdim. Ben böyle neler yapıyorum anlamıyorum, aslında şaşırmamam gerek ama bu gün yaşadıklarım hayallerimin bile ötesinde. Şu ân önemli olan konu tutkumu karşımdaki insanlara göstermiş olmam ve kaliteli bir eğitime kabul edilmem. Bundan sonraki günlerde neler olacak diye kesinlikle düşünmüyorum çünkü şu ân tam olarak hayallerimin içindeyim. Ondan öyle kolay vaz geçmem söz konusu bile olamaz.
Ertesi sabah erkenden uyanıp hazırlandım ve karşıya geçip sevinçle Teşvikiye’ye eğitime gittim. Çayımı içip dün tanıştığım yaratıcı direktör Erdinç’le sohbet ederken, Asuman’ın geldiğini gördüm, yalnızdı. Esra ile aram pek olmamasına rağmen merak edip sordum. Dediğine göre Esra, eğitimden vaz geçmiş ve dün karşıya evine gitmiş. Yani yapacak bir şey yok bu onun kendi kararı ve seçimi.
Herkes yerini alınca eğitim tüm hızıyla başladı, dün daha genel bir çalışma yapılırken bu gün grup çalışmalarına geçileceği belirtilmişti. Bu gün yeni bir reklam tekniği Ali Bey tarafından anlatılmaya başlandı. Bu güne kadar bu tekniğin kullanıldığı göze çarpan uygulama örnekleri video ile televizyonda gösterilmeye ve tartışılmaya başlandı. Gördüğümüz eğitimde en önemli ayrıntı, anlatılanların altının gerçeklerle doldurulması ve beynimizde bu bilgilerin sağlam bir yer edinmesinin sağlanması. Eğiticiler konuyu bizim kendi hayal gücümüze bırakmıyorlar.
Aradan sonra izlenecek olan aktif eğitim tekniği anlatılmaya başlandı. Her gün katılımcılar gruplara ayrılıp gösterilen teknikleri kullanarak kendilerine verilen ürünle ilgili düşünceler üretecek ve bunları resimler ve hikâyeler haline getireceklermiş. Bu arada ürünle ilgili olarak bilgiler ile önceden yaptırılan kamuoyu araştırmalarının birer örnekleri de gruplara verilecekmiş. Bu kamuoyu araştırmalarını nasıl görüp okumamız ve yorumlamamız gerektiğini de biz yenilere basit bir şekilde anlattılar.
Her grup içinde şirketten profesyonel bir grafiker, müşteri temsilcisi ve kreatif direktör bulunacak, onların yanında da bir veya iki yeni öğrenci olacakmış. Gruplar bir iki saat sıkı bir şekilde çalışıp, fikirler üretecek ardından da ortaya çıkan yaratıcı fikir ve düşünceler resimler ve hikâyeler haline getirilecekmiş. Yaratılan ürün kampanyası için cıngıllar yani fon müziği bile düşünülebilecekmiş. Sonuçta ortaya çıkarılan çalışma, grup içinden bir kişi tarafından tahtada diğer gruplara ve eğiticilere sunulacakmış. Gruplarda bulunan her kişi muhakkak sunum yapacakmış, arka sıralarda saklanmaya gelen silik kişileri burada istemiyorlarmış.
İşin rengi şimdi belli oldu, şirket dışından eğitime gelen kişileri sonuna kadar zorlamaya kararlılar. Haksız da değiller, kişilerin yeteneklerini ve kapasitelerini anlamaya ihtiyaçları var. Böyle uluslararası bir şirkete kaşına gözüne bakılarak seçme yapılamayacağı kesin. Benim işe kabul edilme gibi bir olayım yok ama yine de çok heyecanlıyım. Bu güne kadar ısrarla gölgelerine sığındığım arka sıralardan çıkıp kendimi göstermek zorundayım, başka seçeneğim yok çünkü bu benim kendi seçimim.
Bu konuşmalardan sonra Ali Bey, bu günkü konu veya reklam tekniğini bizlere etraflıca anlattı, değişik reklam örnekleri videoda defalarca gösterildi ve anlatılanların zihnimizde canlandırılması sağlandı. Ardından kendisi dört veya beş kişilik çalışma grupları oluşturmaya başladı, grupları eğiticiler belirleyeceklermiş ve her sefer de bunu değiştireceklermiş. Gruplara ürünleri, müşteri profili ve önceden yapılan araştırma sonuçları verildi, iki saat kadar çalışılacak ve sonra da gruplar sırasıyla oluşan çalışmaları anlatacaklarmış.
İskemlelerimizi çekip salonun değişik köşelerinde dörderli beşerli gruplar halinde toplandık. İlkokuldaki küme çalışmalarından beri böyle bir çalışma ortamında bulunmamıştım, aklıma bir ân sınıfta bizim küme başkanı olan kıvırcık saçlı Hülya Esenli geldi. Edirne’de ki o günlerin üzerinden neredeyse on beş on altı sene geçmiş, tanrım inanamıyorum, zamanımız hızla tükeniyor.
Grupta çalışmaya başladığında ilk başlarda tedirgin ve suskundum, düşüncelerimin saçma bulunacağını düşünüyordum ama diğer grup üyeleri her fırsatta fikirlerimi sorunca ister istemez açıldım. İnsanın beklentileri olmayınca, bütün savunma duvarlarını aşağıya indirip, tamamen farklı bir havaya bürünüyor. Beyin fırtınası içindeyken içinden geçen her düşünceyi ve davranışı kontrol etmeksizin olduğu gibi serbest bırakıyor. Burada yapılacak hataların önemi yok, ben de daha ilk çalışmadan itibaren böyle bir düşünceyle hareket etmeye çalıştım.
Kendinizi böyle aktif bir eğitim ortamı içinde gizleyebilme şansınız zaten hiç yok, öyle arkalarda, kuytulara kaçıp saklanamıyorsunuz. Beynimiz resmen arı gibi çalışıyor, yine sekiz yaşlarında olan o haşarı ve hiç düşünmeden öne fırlayan ilkokul öğrencisiyim. Yıllarca okuduğum sınıflarda arka sıralarda gizlenen, kendisini unutturan ben şimdi hiç çekinmeden kendimi ortaya atıyor ve fikirlerimi cesurca öne çıkarıp her fırsatta anlatıyorum. Yapılan ortak çalışmalara güvenle katılıyorum, fikir ve düşüncelerimi hiç çekinmeden diğerleriyle paylaşıyorum, önerilerde bulunuyorum. Ortaya çıkan projeyi de gururla benimseyip sunmak için dikkatli bir şekilde hazırlanıyorum.
Gruplarda sunumlar grubun kararıyla yapılıyor ama bu kişinin daha önce hiçbir grupta sunum yapmamış olmasına dikkat ediliyor. Anlaşılacağı üzere her kişi muhakkak herkesin önünde vitrine çıkıyor. Yani burada bulunan her kişi sürekli olarak hem fikir üretip hem de bu fikirleri karşısındakilere anlatmayı öğreniyor. Siz grubun düşüncelerini ve emekle ortaya çıkarılan çalışmayı doğru bir şekilde anlatmakla yükümlü kişisiniz. Ağız kalabalığı yaparak, pazar ağzıyla şirinlik yaparak anlatamazsınız. Grubun önemle vurgulanmasını istediği her şeyi siz karşınızda sanki müşteri varmış gibi doğru biçimde anlatmakla ve ikna etmekle sorumlusunuz. Sonuçta kazanmak var.
İş bu kadar çetrefilli mi? Kesinlikle hayır, bilakis çok keyifli! Olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak için grup halinde fikirler üretiyorsunuz. Bazen reklam filmi, bazen bir afiş yaratıyorsunuz, müzikler düşünüp onu nasıl yerleştireceğinizi tartışıyorsunuz. Bu arada her gün şirket ortaklarından biri, bizlerle eğitimde bir arada bulunuyor. Hem bilgi ve tecrübelerini bizlerle paylaşıyorlar, hem de eğitimdeki yeni kişileri birebir tanımaya çalışıyorlar.
Perşembe günü sabahı evden çıkarken vedalaştığım kız kardeşim Semra, Gürsel’in ailesiyle birlikte Karaköy’deki rıhtımdan kalkan Avşa vapuruyla Marmara Adasına gitti, orada Çınarlı köyünde bir pansiyonda kalacaklarmış. Ümit’ler de pazartesi günü aynı yere ailesiyle gideceklermiş. Aybaşında da benimle gelen olsun ya da olmasın alıp başımı güneye gideceğim. Gönlüme göre beğendiğim yerlerde kalıp, görmediğim yerleri gezip göreceğim.
Cuma günü geldiğinde dört grup çalışması yapmıştık, ben de bir gün sunucu olarak grubun ortaya çıkardığı çalışmayı anlatmak için öne çıkarıldım. Ortaya çıkarken aslında önceden alışık olmam gerekirken heyecanlanmıştım. Uzun yıllardır okullarda yüzlerce öğrencinin önünde konuşmuş, bir şeyler anlatmıştım ama burası çok farklı. Sıfırdan ele alınan bir şey grup üyelerince geliştirip ortaya bir şey çıkarılıyor ve bunun doğru anlatılması çok önemli. Zaten çıkmadan önce özellikle nerelere vurgu yapılması, anlatımda hangi sıranın izleneceği gibi ayrıntılar bile konuşuluyor. Bu bence emeğe gösterilen saygı ve özen.
Eğitim bitiminde kalabalık arasında cadde boyunca yürüdüm ve Osmanbey’de durağa gelen Bostancı otobüsüne bindim, en arkada cam kenarında kendime ayakta bir yer buldum. Dalgın bir şekilde dışarıyı seyrederken içimden bu haftanın değerlendirmesini yapıyordum. Keşke fakülteye de böyle severek koşarak gitseydim. Aslında tatildeyim ama bu benim umurumda bile değil.
Cumartesi günü arkadaşlarla buluştuğumuzda ana konu benim ayaklarımı uzatıp tatil yapmam yerine reklamcılık eğitimine gitmemdi. Çevremde bulunan bütün arkadaşlar bu durumu şaşkınlıkla izliyorlar, onlarla ancak hafta sonları görüşebiliyoruz. Denize girmek için hafta içinde adaya gitmek istiyorlar ama hem Asuman hem de ben aksatmadan eğitime devam ediyoruz.
Güneye tatile gidiş programı tekrar açıldı, Halit de geziye katılmak istiyor yani bu şekilde üç kişi oluyoruz. Belki artık pansiyonda kalmak yerine çadır konusunu da alternatif olarak düşünebiliriz. Fenerbahçe’nin transfer çalışmalarını takip eden Attila bu gün yok, onunla haftaya konuşup güneye gidiş konusunu netleştiririz diye düşünüyorum.
6 Temmuz Pazartesi günü eğitim öncesi aramızda çay içip laflarken ana konu iltica eden Rus Bolşoy balesi baleriniydi. 9 İstanbul festivalinde beş gösteri yapmak için gelen dünyaca ünlü Sovyet balesi Bolşoy’un balerini dün İstiklal Caddesinde dolaşırken birden ortadan kaybolmuş ve Amerikan elçiliğine giderek sığınma talebinde bulunmuş. Daha sonra yazılı açıklama yapan balerin Galino Cursina kendi isteğiyle iltica ettiğini belirtmiş. Daha önce iltica eden sporcuları çok duymuştuk ama balerini çok hatırlamıyorum.

Yerlerimize geçip eğitim başladığında Ali Bey, bu haftaki, çalışmalarda gruplara her gün değişik ürünler verileceğini bildirdi. İlk hafta aynı ürün için o gün öğretilen teknikte değişik çalışmalar üretmiştik, çalışmalar sunulurken nasıl daha değişik açılardan olaya bakılabildiğini görmüştük. Bu hafta kendimizi kıyaslama şansımız yok, gruplar için farklı ürünler için yapılacak çalışmalar söz konusu.
Ali Pasiner Bey, bir çalışma hazırlanırken reklam veren taleplerini ve beklentilerini, pazar araştırma sonuçlarını, müşteri profili ile mevcut veya beklenen pazar payı büyüklüğünü göz önüne almanın ne kadar önemli olduğunu yeniden anlattı. Her şey hassas bir denge üzerinde bulunuyormuş, hem reklam veren müşterinin hem de şirketin menfaatleri kollanmak zorundaymış. Müşteri temsilcilerinin görevlerinin önemini, nasıl olması gerektiğini geniş bir şekilde anlattı. Sunumların aslında müşteriyi kazanmanın en önemli ayağı olduğunu özellikle belirtti. Bu hafta yapılacak olan sunumlarda bize öğretilen bütün teknikleri muhakkak kullanmamızı istedi.
Çalışmalardan birinde ürün olarak hazır paket çorba verildiğinde aklıma hemen bir reklam filmi geldi. Rock grubu AC/DC’nin Temmuz 1980 tarihinde yani bir yıl önce yayınladığı Back in Black albümünde bulunan Hells Bells şarkısı sevdiklerimdendir. O şarkının arka planda kullanıldığı bir reklam filmi aklımdan geçti. Şarkının başında çalan her çan sesiyle ve gitarın yavaş nağmeleriyle çorbanın malzemeleri kaba düşüyor. Gitarların ritmini hızlanmasıyla da bir arada karışmaya başlıyorlar. Sonuçta ilerleyen müzikle birlikte hazır çorbaya ulaşılıyor. Grup içinde fikirler ortaya dökülürken ben de bu fikrimi paylaştım, belki kabul görmedi ama bu fikir benim çok hoşuma gitti.
Akşamüstü eve dönerken otobüste aklımda hâlâ bu çalışma vardı, muhafazakâr bir müşterinin reklamda çan sesleri yerine davul zurna sesleri istemesini düşündüm. Delilo ile yavaştan girip Lorke Lorke diye hızlanan müzikle birlikte hayda hurra sesleriyle çorbaya katılacakların kazana atılması gözümün önünden geçti. Farkında olmadan gülümsediğimi hissettim, bir şey değil deli diyecekler. ‘Lütfen arkayı biraz daha sıkılaştıralım, arada boşluklar var,’ sözleriyle birlikte ben de biraz toparlandım, köprüye kadar daha gidilecek çok durak, binecek bir sürü yolcu var.
Kız kardeşimden haber aldık, Marmara Adası Çınarlı köyünde mutlu mesut günleri geçiyormuş, onlara Salı günü giden Ümitler de katılmışlar. Çarşamba günü yine gemiyle İstanbul’a döneceklermiş. Cumartesi günü Salacak’ta buluştuğumuzda üç kişiydik, şimdi kullanılmayan vapur iskelesinin yanında bulunan çay bahçesinde oturduğumuzda konu hemen gitmeyi düşündüğümüz geziye geldi. Attila ile bana Halit de katılmıştı, yani geziye üç kişi gideceğiz.
Benim aklımdan geçen şey, bir yere gidip orada ucuz bir pansiyonda konaklamak ve o çevredeki yerleri mümkün olduğu kadar çok gezmek. Tuvalet ve banyo gibi temel ihtiyaçlarımızın problem yaratmasını kesinlikle istemiyorum. Attila da benimle aynı fikirde olduğunu belirtti ama rahat hareket edebileceğimiz, elektrik, su, tuvalet ve mutfak imkânları olan bir kampingde yer bulursak çadır konusunu da düşünelim istedi. Çünkü ağabeyi Selçuk’un büyük çadırını da alma şansımız varmış, onu bir kampingde kurup çevreyi rahatça gezebilirmişiz.
Yani kulağa hoş geliyor ama bizler kamp ve çadır hayatı konusunda hem tecrübesiz hem de bilgisiz kişileriz. Doğada börtü böcekle bir arada yerde yatıp ne kadar rahat edebiliriz bilmiyorum. O arada Attila, Ajansın Antalya’da ki bürosunda oraları iyi tanıyan, bilen bir ağabeyi olduğunu, onun bize orada uygun ve hesaplı bir kamp yeri de bulabileceğini söylediğinde bu çadır önerisi nedense birden ön plana çıktı. Çadırı kurup çevreyi gezebiliriz. Attila, bu kamping konusunu üzerine aldı, Antalya ile konuşacak, bizler de buna göre kendimize bir rota çizeceğiz.
Günler eğitimle birlikte keyifle ilerlerken gazetelerde hemen her gün Papa’ya suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca’nın İtalya’da yargılanması ve onun gösteri haberleri yer alıyordu. 21 Temmuz sabahı ise Gırgır Dergisi’nin 19 Temmuzda çıkan son sayısının toplatıldığını ve yayının yargı kararıyla 4 hafta süreyle durdurulduğunu öğrendik. Gırgırın kapağı Müşerref Tezcan’ın boydan boya Türk bayrağı desenli elbisesiyle TRT ekranlarında ‘Türkiyem’ şarkısını söylemesine karşı çizilmişti. Sıkıyönetim Komutanlığı bu kararla kendilerinin bir ilgilerinin olmadığını belirtmişti.
1973 yılında Oğuz Aral’ın mizah yönetmenliğinde Haldun Simavi’nin desteğiyle yayına başlayan Gırgır dergisinin tirajı 1980 yıllarında 500 bin sayısını geçmişti. Yani geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı koca kavgasını şipşak kesen, her derde deva bir derginin dört hafta süreyle yayında olmaması hepimizi kızdırdı. Kendimi bildim bileli her hafta muhakkak Gırgır dergisi alırım. Galiba siyasi mizah bazılarına dokundu ama sayı bende var, çıktığı Pazar günü almıştım.

Çarşamba günü eğitimden eve döndüğümde kız kardeşim Semra evdeydi, sarılıp özlemle kucaklaştık. Kız resmen on beş günde güneşin altında kapkara olmuş, günleri de çok iyi ve eğlenceli geçmiş, Ümitler de oradan birkaç gün sonra geri döneceklermiş. Ben de bizim gezideki son durumu anlattım, bayram sonrasında Cuma gecesi yola çıkmayı planlıyoruz, bu arada Attila’dan kamping yeri ile ilgili henüz net bir cevap almadık.
Attila, Fenerbahçe’nin Dereağzı’nda bulunan sahasındaki antrenmanımdan çıkıp geleceği için ona yakın olsun diye hafta sonunda Moda’da Bomonti’de bir araya geldik. Aramızda tatilden yeni gelmiş kararmış yüzlerle gülümseyen birileri de vardı. Asuman’la ikimiz her gün aksatmadan eğitime gittiğimiz için gün yüzü bile görmüyoruz, diğerlerine göre daha beyazız. Soğuk bir şeyler içip sohbet ederken, Attila da bize yetişti. Hemen sevinçli haberi verdi, Antalya bulunan gazeteci tanıdığıyla telefonla görüşmüş, Antalya belediyesinin Konyaaltı Plajında bulunan kampinginde çadır yerimiz 8 Ağustos itibarıyla hazırmış.
Bu habere çok sevindik, Kampingde çadır kurup nereleri gezebiliriz diye aramızda konuşmaya başladık. Orada Manavgat Şelalesi, Side, Kemer, Düden Şelalesi ve Antalya Kaleiçi görmek istediğimiz yerlerden bazıları, Alanya pek ilgimizi çekmiyor, Demre ve Kaş da günübirlik gidip gelinemeyecek kadar çok uzak. Zamanında Antalya’da olmak için 7 Ağustos gecesi için Varan’dan Antalya’ya otobüs biletimizi şimdiden almamız gerekiyor. Eve dönerken PTT’nin sırasında bulunan Varan’ın yerine uğrayıp bu işi halledeceğiz.
Akşam balkonda yemek yerken Antalya’ya gidişimi bizimkilere de açtım. Haftalardır heyecanla eğitime gittiğimi görüyorlar, artık tatili hak ettiğimin farkındalar. Annem paraya ihtiyacım olup olmadığını sordu, emekli maaşından destek çıkabilirmiş ama ona gerekmediğini söyledim. Kışın okullarda halk oyunları eğitmenliği yaparken biriktirdiğim paralar tatilde bana yeterli olacak.
Ajanstaki eğitimde artık son hafta içindeyiz, bu gün ayın 27’si ve bütün gazetelerde Prens Charles ile Lady Diana’nın evlenme haberleri var. 29 Temmuz Çarşamba günü evleniyorlar, bizim eğitim de bir gün sonra sona eriyor. Cuma günü Boğaziçi Üniversitesinden gelen yeni mezun arkadaşlarla iş görüşmeleri yapılacakmış. Bu durumun benimle hiçbir alakası yok, çünkü işe girme seçeneğimin olmadığını en başından biliyorum, bunu da kabullendim.
Bu günkü çalışmada içinde yer aldığım yeni gruba diş macunu ürün olarak verildi. Diş macununun en önemli özelliği, dişlerde plak oluşmasını önleyici anti plak özelliği olması, zaten ambalajında Fransızca antiplaque sözcüğü yazıyor. Grup içerisinde bize verilen süre içerisinde konuşup tartışıp çalışmamızı yaptık, kampanyayı anti plak kelimesinin anlaşılmazlığı üzerine kurduk.

O gün prezantasyonu ortada sunma sırası benim, yapacaklarımı ve anlatacaklarımı da aramızda ayrıntılı olarak konuştuktan sonra çalışmamızı anlatmak üzere ortaya çıktım.
“Anti plak!” dedim ve sanki bir şey olmuş gibi bir süre öylece durup sustum. Ardından orada bulunanların yüz ifadelerini bakışlarımla sessizce izlemeye başladım. Karşımda bulunan herkes benim anlatacaklarımı unuttuğumu zannediyorlar. Grup arkadaşlarım ise şaşkın ve endişeli bir şekilde yüzüme bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Yeteri kadar sustuktan sonra istediğim ortamın oluştuğunu görünce, hiç tereddüt etmeden söze girip anlatmaya başladım.
“Sokaktaki insanlara anti plak nedir diye sorduğumuzda neyi sorduğumuzu bile anlamadılar, hatta sizler gibi şaşkınlık ve merakla yüzümüze baktılar,” dedim.
Bu sözlerimle birlikte endişeyle gerilmiş olan yüzler birden gevşeyiverdi. Bu tiyatroyu sahneye koymak, sunum için ortaya çıkarken o ân birden aklıma gelmişti. Ben de hiç düşünmeden sorumluluk alıp karar verdim ve doğaçlama olarak hemen uygulamaya geçtim. Grupta bulunan diğer arkadaşlar da böyle bir sahneyi canlandıracağımı bilmiyorlardı.
O günkü eğitim yöneticisi olan şirket ortağı Ahmet Bey, hemen araya girip müdahale etti.
“Düşüncen gerçekten çok güzel, ama şöyle yapsaydın, belki daha da etkileyici olurdu,” diyerek kendince yapmam gereken diğer alternatif sahneyi anlatıp gösterdi.
Bu sözlerden sonra doğal olarak yaptığım sunumun beğenilmediğini düşündüm ama Ahmet Bey’in sözleriyle ara verdiğim sunuma yeniden başladım. Grupça önceden kararlaştırdıklarımızı sırasıyla atlamadan oradakilere anlattım.
Grubun yanına geri döndüğümde ise herkesin söyleyecek bir şeyi vardı ama ortak olan konu benim bir anda heyecanla her şeyi unuttuğum konusunda ki endişeleriydi. Ben ne yaptığımı biliyordum, sadece gruba haber vermeden karar verip hareket etmiştim ama sonunda ölüm yoktu ya.
28 Temmuz günü sabahı ders öncesi çay içip sohbet ederken göz ucuyla da gelen gazetelere göz atıyorduk. Diyanet işleri başkanlığının bir yazısı vardı. Bu yazıda, ülke çıkarları göz önünde tutularak insan yaşamını tehlikeye düşürmeyecek süre içerisinde kürtaj yapılmasının uygun olabileceği belirtiliyordu. Kürtajın ülke çıkarlarıyla ne ilgisi olduğunu çıkaramadım ama çocuk sahibi olma veya olmama her kadının özgürce vereceği bir karar.
Beni asıl yaralayan şey ise tecavüz sonucu hamile kalan kadınların aileleri tarafından doğurmaya ve hatta tecavüzcüsüyle evlenmeye zorlanmaları. Bütün bunları mantığım bir türlü almıyor. Bir de evlenen kadınların boşanmak istediklerinde aileleri tarafından geri çevrilmeleri çok acı. ‘Senin yerin kocanın yanı, telli duvağınla çıktığın bu kapıdan ancak ölün girer,’ gibi sözlerle onları mutsuz oldukları yere doğru geri itmelerini anlamıyorum. Kadın çareyi sığınabileceği baba ocağında arıyor ama ona kapılar kapalı, of ki off.

29 Temmuz günü nihayet Prens Charles ile Lady Diana Spencer nihayet evlendiler, bir de Mehmet Ali Ağca’yı Roma’da hayırlısıyla evlendirsek ne kadar iyi olacak. Böylece onunla ilgili ilginç gelişmeleri her gün okumaktan kurtulacağız. Her neyse gazetelerin yazdığına göre bütün dünyanın zengin, güç sahibi, kalburüstü, tanınmış kişileri düğün için İngiltere’de toplanmışlar. BBC tarafından yayınlanan töreni 74 ülkeden 750 milyon kişi televizyondan izlemiş. Maalesef eğitimde olduğum için seyredemedim ama akşam haberlerde töreni gördüm.
Bir aydır aldığımız şirket içi aktif reklamcılık eğitimi maalesef Perşembe günü son buldu. Çok mutlu olduğum söylenemez, sanki elinden oyuncağı alınmış mutsuz bir çocuk gibiyim. Son derste şirket yöneticileri oradaydılar, konuşmalarında yapılan eğitimden çok memnun kaldıklarını belirttiler. Bizlerin de eğitim ile ilgili fikir ve önerilerimizi de aldılar. İyi bayramlar ve güzel tatiller temennileriyle birlikte sözler sonlandırıldı, Pazar günü de Şeker Bayramı başlıyor.
Yarın yapılacak olan karşılıklı görüşmelerin randevu saatleri çıkışta bir listede asılıydı. Toparlanıp çıkarken Boğaziçi mezunu arkadaşlar yarınki randevu saatlerini öğreniyorlardı. Asuman’la birlikte onun randevu saatine bakarken, listenin en sonunda kendi adımı da görünce şaşırdım. Kendimce, ‘kibar insanlar beni de kırmak istememişler, herhalde bana da ayıp olmasın diye düşündüler,’ diye aklımdan geçirdim.
Cuma günü öğlende gittiğim şirkette uzunca bir süre sıramı bekledikten sonra en son kişi olarak beni de içeri görüşmeye aldılar. Şirket yöneticileri sabahtan beri görüşme yaptıkları için yorgunlar, oda içilen onca sigaradan sonra ağır bir havada. İçeriye girince kalkıp elimi sıktılar ve hoş geldin dediler.
Heyecanla benimle ne konuşacaklarını düşünürken, Ali Pasiner Bey hemen konuya girdi.
“Senin o sabah karşımda istekli ve kararlı yüzünü hiç unutmayacağım,” dedi. “Tutkun beni çok etkilemişti, bu yüzden de sana bir şans verdim.”
Endişeli bir ifadeyle konuşmaya çalıştım.
“Umarım sizi mahcup etmemişimdir.”
Başını gülerek salladı.
“Asla, senin ilgini, derslerdeki öğrenme tutkunu sevinerek izledim. İşe girme şansı olanlar gırgır geçerken, bir beklentisi olmayan sen her ân bir şeyler öğrenme telaşındaydın.”
Bu güzel sözlerle utanarak önüme baktım.
O arada sözü Ahmet Bey aldı,
“Geçen gün yaptığın prezantasyon gerçekten bir harikaydı! Bu yaptığın önemli bir etkileme tekniğidir ve biz bunu bu eğitimde size öğretmemiştik”
Bu övgüye dolayı çok şaşırdım, sonra da epeyce konuşuldu. Disiplinimi ve yaratıcı yönümü övdüler.
En sonunda noktayı koydular.
“Sana iyi ki bu eğitimde bir şans tanımışız. Lütfen bizimle irtibatı hiç kesme, okulunun bitiminde seni mutlaka aramızda görmek istiyoruz.“
Şirket yöneticileri ve eğiticilerimiz Pınar Kılıç Bey, Ali Pasiner Bey ve Ahmet Bey’e teşekkür edip, sevinçle oradan çıktım. Bulduğum ilk otobüse binip, sevinçle kuşlar gibi uçarcasına Kadıköy tarafına geçtim. Huzurlu ve mutluyum, kendimle gurur duyuyorum.
Evet Gürcan Bey; Huzurlu ve mutluyum, kendimle gurur duyuyorum. 👍 Bir işi severek yapmanın ve başarılı olmanın hazına doyum olmuyor. keyifle okudum. Hatta sunumların heyecanını bile sizlerle yaşadım. Eşimimle biz de Lady Diana’nın evliliğini Avşa adasındayken izlemiştik. 😊
BeğenLiked by 1 kişi
Alev Hanım, yorumunuza çok teşekkür ederim, biraz geç yazıyorum ama lütfen kusuruma bakmayın. Ben de sizinle aynı fikirdeyim, bir işi severek yapmak gerek. Maalesef ben kararsız kaldığım için reklamcılık konusunda çalışmaya başlayamadım, Nedense kolay yolu seçtim, önüme çıkan başka alternatifler de beni şaşırttı. Hiç sevmediğim bankacılıkta hayallerimi tükettim. Oluyor işte, hepsi de mazide hoş birer anı. Avşa adasına ancak yedi sekiz sene önce gidebildim, doğal olarak sizin gittiğiniz tarihlerle eminim pek ilgisi yoktu. Kalabalık, kirli, ve gürültülü. Selam ve sevgilerimle…
BeğenLiked by 1 kişi
Hiç sorun değil hepimiz artık yazı yazarken başka alemlere dalıyoruz ve biliyoruz ama yine de uğramayı unutmuyoruz. Avşa adasında Motel 67 Önder’lerin aile işletmesiydi. Avşa’nın en bakir zamanlarıydı ve popüler yılları olan 1979 müşteri yoğunluğundan insanlar kumsalda bile yatardı. Ay çok güzel günlerdi…
BeğenLiked by 1 kişi