Ben her zaman çocukluğumun geçtiği yerleri keyifle yazarım, sanki o günlerde yaşıyormuşum gibi çocuk gözümle çevremi ve günlük hayatımı anlatırım. Bu benim şu ân ki hayatımda yeni şeyler görmediğim yaşamadığımdan değildir. Anlattıklarım eskiye özlem duyduğum anlamını da taşımıyor, sadece yazmayı ve hatıralarıma ulaşmayı seviyorum.
Artık algılarım azalsa ve kulaklarım çok iyi duymasa da gözlerimin ve görsel hafızamın kuvvetli olduğunun farkındayım. Görüyorum, onları hatırlatacak objelerle ve basit olaylarla birlikte hafızama kaydediyorum, sonrası ise çok kolay. Çevremdeki kişiler bu kadar ayrıntılı olarak yerleri, olayları ve kişileri nasıl hatırladığımı anlamakta zorlanıyorlar ama bu sözler beni sadece gülümsetiyor.
Edirne, benim sıkça anlattığım yerlerden birisidir, bu şehrin sanki beynimde küçük karelere bölünmüş halde yerleştiğini dün gittiğim Edirne’de çok daha iyi anladım. Karım da böyle ayrıntılı bir şekilde anlattığım serhat şehri Edirne’yi çok merak ediyordu. Daha İstanbul’dayken eğer bu sene Şarköy’de kalma şansı bulabilirsek günü birlik oraya gidip gelmek istediğini söylüyordu.
Bu sene ancak Eylül ayının ilk haftasında Şarköy’e gelebildik, karı koca ikimiz de bu zamanları daha çok seviyoruz. Rüzgârlar kuvvetli esmeye başladığında, havalar serinleyip sonbahara döner, okullar açılırken kasabadaki kalabalık da gittikçe azalır. İstanbul’da evden dışarıya çok fazla çıkma imkânı bulamazken, burada bahçede ve deniz kenarında olmak bize sanki bir hediye gibi geliyor. Havanın nasıl olduğu, çevrede arkadaşlarımızın olup olmaması bizim için çok önemli değil, biz şu ân mutluyuz.
Günler keyifli geçerken Edirne’ye gitme konusu da gündeme geldi. Birkaç gündür hava rüzgârlı ve kapalı, yağmur yağmasa da üzerimize uzun kollu bir şeyler giymek gerekiyor. Perşembe günü yola koyulmaya karar verdik, nasıl gidebileceğimizi internetten inceledik. Buradan Edirne’ye giden otobüslerin Malkara, Hayrabolu yoluyla gittiklerini öğrenmiştim. Diğer bir alternatif yol da Keşan, Uzunköprü üzerinden gitmek.
Çarşamba gecesi internetten yarın için hava durumuna baktığımızda burada gök gürültülü sağanak yağışlı, Edirne ise bulutlu ama açık. Sabah erkenden gitmeye karar verince karım, yarın sabah yolda yemek için gece üşenmeden dereotlu tuzlu sade poğaça yaptı. Pişince birer tane tattık, muhteşem olmuştu ama sabahı düşünerek kendimizi engelledik.
Sabah altıya doğru uyanmıştık, hazırlanıp yola koyulduğumuzda saat yediye geliyordu. Şarköy’den Karıştıran’a kadar sütlü kahveler eşliğinde dereotlu nefis poğaçalar midemize hızla inmişti. Anayola çıkınca Malkara’ya doğru devam ettik ve oradan okları takip ederek Hayrabolu yoluna girdik. Bozuk ve çukurlu bir yolda bir kilometre kadar gittikten sonra düzgün yola geçtik.
Tek şeritli gidiş geliş yolunda her taraf sakin, göz alabildiğine uzanan arazilere ayçiçeği ekilmiş ve biçilmeye hazır durumdalar. Direksiyonda başımı kaldırıp ileriye baktığımda inişler ve çıkışlar tam karşımda duruyor. Filmlerdeki gibi birinden inip ötekine tırmanıyor, zirvede ise tekrar aşağıya doğru yol almaya başlıyoruz.
Yolu dışarıdan verdikleri için Hayrabolu’nun içine girip etrafı doğru dürüst göremedik, Alpullu’nun ise ufak bir kısmını gördük, tren yolu kenarında bariyerlerin önünde çalan çanın eşliğinde yük treninin geçişini ilgiyle izledik. Ben bu yolu tercih ettiğim için mutluydum, daha önce hiç geçmediğim yeni yerlerden geçmiştim.
Babaeski’ye gelmeden ana yola çıktık ve çift şeritli bölünmüş yolda devam ettik. Havsa’dan sonra Edirne’ye yaklaştığımızda eskiden olduğu gibi uzaktan Selimiye Camiinin minarelerini göreceğimi beklerken hayal kırıklığına uğradım. Şehrin simgelerinden biri olan, en önemli tarihi eserin önünü başka yüksek yapılarla kesmek bence büyük bir yanlıştı. Şehrin simgesi olarak Mimar Sinan’ın ustalık dönemi eserini ön plana çıkarmak gerekirken cam kaplı beton binalarla bunu bastırmak bana göre pek doğru değildi.
Eskiden Ayşekadın semtinden başlayan şehir şimdilerde alıp başını gitmişti, yolda ceza yememek için hızımıza dikkat ederek giderken Ayşekadın’ın yerini bile anlayamadım. Bir benzin istasyonunda durup orada hem mola verdik hem de Kervansaray’a nasıl gideceğimizi sorduk. Orada görevli olan kız bize üçüncü ışıklardan sola doğru girmemizi, orada park yeri de bulabileceğimizi söyledi.

Söylendiği gibi üçüncü ışıklardan sola döndüğümüzde Eski Cami sağımızda kalmıştı. Yan yana bulunan özel parklardan birine arabayı park edip oradaki Kervansaray Oteline yürüdük. Kapalı büyük kapıları gördük ama içeriye giremedik. Etrafa göz attığımda Eski Cami’nin altında bulunan eski garajın yerinde artık parklar ve kafeler olduğunu gördüm, tam karşımızda da Bedesten yer alıyordu.
Geziye Selimiye Camisi ile başlamaya karar verdik, ışıklardan yolun karşısına geçmeden önce de köşede bulunan bir büfeden su almak istedik. Aldığım suyun bedelini öderken oradaki satıcıya buraya yakın olduğunu düşündüğüm Fil Yokuşu’nun yerini sordum, şimdiye kadar böyle bir yeri duymadığını söyleyince şaşırdım.

Büfeden çıkıp yürürken karşı tarafta hatırladığım taştan yapılmış olan üç katlı Kurtuluş İlkokuluna baktım ama o eski bina yerinde yoktu. Onun yerine köşede bol camlı yeni bir bina yapılmıştı ama okula pek benzemiyordu. Daha elli adım bile atmadan yoldan aşağıya inen geniş basamaklı merdiveni görünce Fil Yokuşu’nda olduğumu hemen anladım. Aşağıdaki eski evlerin duvarında Fil Yokuşu sokağı tabelasını görünce doğru yerde olduğumu teyit ettim. Merdivenin başından uzaktan oturduğumuz evi görmeye çalıştım ama etraf değişmiş, göze çarpan yeni bina inşaatları var.

Orada basamaklarda resim çektirdikten sonra ışıklardan karşıya geçip Selimiye Camii’ne doğru yürüdük, şu ân yürüdüğümüz caddenin eskiden var olup olmadığını hatırlamaya çalışırken boş yolda karşıya geçip caminin eki gibi duran Arasta Çarşısına adım attık. Daha erken bir saat olduğu için dükkânlarını yeni açanlar oturmuş kahvelerini sohbet ederek içiyorlar. Yan yana olan dükkânlar sadece hediyelik eşya satmaya yönelik, çoğunlukla badem ezmesi, Kavala kurabiyesi, kokulu sabun ve benzeri şeyler var.

İnsanların sabah keyfini bozmadan çarşıdan çıkıp âlemleri ile birlikte 85 metre olan minareleriyle heybetle önümüzde duran Selimiye Camisinin bahçesine girdik. O arada aramızda uzun minarelerin şerefelerine çıkan merdivenleri konuşmaya başladık. Her minarede üç şerefe var ve her şerefeye de minare içinde çıkan ayrı merdivenler var. Çocukluğumda ben de bu dar ve loş merdivenlerden en üst şerefeye çıkıp Edirne’ye tepeden korkarak bakmıştım. Gerçekten anlatıldığı gibi farklı şerefelere çıkan kişiler bu dar alan içinde birbirlerini görmüyorlar.

Bahçedeki şadırvanın orada durup etrafa ilgiyle baktık. Her yer sessiz, göze çarpan sadece temizlik yapan kadınlar, onlar da işlerini bir ân önce bitirmek derdindeler. Yeni yıkanmış önü beyaz mermerle kaplı olan kapıda ayakkabılarımızı çıkarıp elimize aldıktan sonra içeriye adım atınca bir hayal âleminin içine daldık. İçerisi bu erken saatte bomboş, ortada bizim gibi burayı görmeye gelmiş üç dört aile var.
Elimizde tuttuğumuz ayakkabılarımızı kenarda bulunan kapaksız dolaplara koyup, etrafa bakınarak yürümeye başladık. Zemin nerdeyse seccade büyüklüğünde olan, kenarları İznik çinileri gibi mavi beyaz desenli ortalarında kırmızı alan olan birçok halı ile kaplanmış durumda.


Mavi, lacivert, altın renkleriyle yapılmış desenlerle ve Arapça yazılarla kaplanmış olan büyük kubbe 43 metre yüksekliğinde ve 31 metre çapında. İnsan böyle görkemli bir yapının içinde nereye bakacağını şaşırıyor. Cami gezmeyi pek sevmesem de burası estetiği, renkleri ve işlemeleriyle ayrı bir eser. Işıklar yakılmış olmasına rağmen 999 tane olduğunu öğrendiğim renkli camlardan içeriye vuran güneş ışıkları huzmeler halinde hoş görünümler yaratıyor. Ortada bulunan müezzin mahfilinin oturduğu mermer direklerden birisine kazınmış olan ters lale figürünü gördük. Rivayete göre camii yapılacak yerde lale yetiştiren arazinin sahibinin yarattığı aksilikleri ifade etmek için böyle ilginç bir figür kazınmış.

Caminin içinde resimler çektikten sonra dışarıya çıkıp etrafını dışarıdan yeniden görmeye çalıştık. Şehir içinde uzun bir programımız olduğu için fazla oyalanmadan büyük dış kapıdan Kıyık caddesine adım attık. Kaldırımlarda bulunan geniş yüksek ağaçları görünce ister istemez hatırladığım, buralarda geçen bir anımı karıma anlatmaya başladım.
O yıllarda Fil yokuşunda otururken babam ordudaydı, birliği de Kıyık semtinde yani bulunduğumuz yerin biraz daha üst kısmındaydı. Hafta sonunda nöbetçi olduğunda annem ona sefer tasına yemek hazırlar ve bizlerle gönderirdi. Eğer yemek sallandığında dökülmeyecek kuru bir şeylerse ben tek başıma giderdim. Aklım bir karış havada olduğu ve elim ayağım durmadığı için annem sulu yemekleri benimle göndermezdi.
O gün günlerden Cumartesi miydi yoksa Pazar mıydı bilmiyorum ama iki tası olan sefer taslarını annem hazırlayıp bana verdi. Üstte bulunan tutma yerinden sıkıca kavrayıp güle oynaya yola koyuldum. Kıyık yolunda yürürken yoldan çok güzel, daha önce görmediğim bir arabanın geldiğini gördüm. Arabayı yürürken ilgiyle takip etmeye başladım, yanımdan gelip geçtikten sonra da başımla arkaya dönüp onu izlemeye devam ettim. Yani gerçekten çok güzel diye düşünüyorum.
Başımı çevirip önüme doğru dönerken acıyla birlikte kendimi bir anda yerde buldum, gözlerimin önünde yıldızlar uçuşurken korkuyla neler olduğunu anlamaya çalıştım. Oturduğum yerden etrafıma baktığımda arkaya bakarak yürürken görmeden çarptığım kalın ağacı gördüm, elimde tuttuğum sefer tasları da yerdeydi. Üsttekinin kapağı açılmış ve içindeki köftelerden bir ikisi de yere düşmüştü.
Burnumu ve yüzümü acıyla ovuşturarak kalktım ve yerdeki köfteleri aldım, üfleyerek kendimce tozlarını alıp tekrar sefer tasına koyup kapağını da kapattım. Neler olduğunu benden başka kimse görmediğine göre korkacak pek bir şeyim de yok. Kulağımın çekilmesinden kurtardım ama o ağacın yolumun üzerine çıkmasını hiç anlamış değilim, kim kaldırımın ortasına gider ağaç diker ki? Şunları gidip adam gibi duvar kenarlarına diksenize.
Çok geçmeden babamın birliğine gelmiştim nizamiyeden telefon edip kendisine haber verdiklerinde, sefer taslarını bırakıp gitmemi söylemiş. Sevinçle tasları oradaki Çavuş abiye bırakıp hiç beklemeden geri döndüm. Allahtan babamın işi vardı da birlikte yiyelim diye bana ısrar etmedi. Bu meseleyi de sadece kendime saklayıp o günlerde hiç kimseye anlatmadım, alt tarafı sadece yere düşen iki üç köfte, üstelik onları üfleyerek temizledim. Yani şimdi durup dururken neden kulağım çekilsin ki?
Selimiye Camii’nin eskiden altında düz geniş bir alan vardı, orada haftada bir gün pazar kurulurdu. Miting benzeri büyük toplantılarda orada yapılırdı. Şimdi o alan tamamen kapatılmış ve orada kazı yapılmaya başlanmış. Bizim Pazar tarihi eserlerin üzerinde kuruluyormuş da kimsenin haberi yokmuş. Karım bariyerlerin üzerinden kazı yapılan alanın resimlerini de çekti.


Aşağıya doğru inerken önce belediye binasının önünde durup bu pembeye boyanmış eski binaya baktık, biraz aşağıda ise benim çok iyi hatırladığım bir yer var. Şimdi ortasına kaldırım yapılmış olan bu yerde resim çektirmek istedim. Tugayın önündeki caddede, resmi bayram günleri gösterisi öncesinde sıramızı beklediğimiz bir yeri nasıl unutabilirim ki?

Tugayın bitiminde içinde deli gibi koşturup oynadığımız, kaydıraklardan kaydığımız, salıncaklarda sallandığımız, demirlerin arasından bıkmadan inip çıktığımız bir çocuk bahçesi vardı. İşte sözünü ettiğim o üçgene benzeyen küçücük alan çocuk bahçesinin hemen bitimindeydi. Şimdi ise çocuk bahçesinin yerinde kasvetli görünen kapalı bir çay bahçesi var. Hep denmiyor mu çocuklarımız geleceğimizdir diye, o zaman onların koşup oynayacakları alanları neden yok saymaya çalışıyoruz? Yani çocukların bir arada özgürce koşup oynayabilecekleri yerleri yok etmek marifet mi?

Tugayın önünden yürürken karım oraya neden öyle denildiğini yazıları okuyarak öğrendi, ben de ona karşıda görünen uzun bedesteni ve orada saatçilik yapan Hasan Amca’yı anlattım.
“‘Şu senin Ali’nin babası değil mi?” diye sorunca da gülümsedim.
Sevdiğim ilginç karakterlerin yazılarımda bir şekilde yaşatılmasını seviyor ve önemsiyorum. O arada Tugayın bahçesinde abimle benim sünnet törenimizin yapıldığını da kısaca anlattım.
Dört yol ağzına geldiğimizde sağ tarafta Üç Şerefeli Camii, sol tarafta saraçlar caddesinin girişi ile yan tarafında da Kapalı Çarşı vardı. Biz yönümüzü sağa çevirip Üç Şerefeli’ye yürüdük, o arada yolun karşı tarafında gözümüze çarpan eski bir kuleyi hiç hatırlamadığımı fark ettim, doğal olarak karımın sorusuna da cevap veremedim. O arada karşı tarafta olan devlet bankasını gösterdim, il tarım müdürlüğüne aşıya götürdüğümüz tavuklardan birinin bu bankanın kapısında kaçtığını ve banka kapısında yakaladığımızı gülerek anlattım.
Üç Şerefeli Camii’ne uzun yıllar önce gitmiştim, burası Selimiye Camii gibi heybetli değildir ama yapısı ve minareleri farklıdır, ayrıca kapısı ile ünlüdür. Camide bulunan her minarenin farklı zamanlarda inşa edildiği anlatılmaktadır. Camiye adını veren zigzaglı minare Osmanlı sultanı II Murat zamanında inşa edilmiştir. Baklava desenli olan Fatih Sultan Mehmet döneminde, yivli minare I Ahmet, burmalı minare de II Mustafa zamanında camiye eklenmiş.



Bu camiye Edirne’ye ziyarete gelen amcamın abimin yaşlarındaki oğlu ile gitmiştim, adam içeride namaz kılmak istemiş ve o kadar hızlı bir sürede namazını tamamlamıştı ki ben dışarıda daha minareleri dikkatle incelemeyi bile bitirememiştim. Herhalde o da benim gibi dört duayı okuyup namazını bitirmişti, bu eğlenceli anıyı karıma da anlatmasaydım ölürdüm.

Cami de görmek istediklerimiz bitince yolun karşısına geçtik, yemin ediyorum bu eski taştan kuleyi gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Önündeki tabelada Makedonya Kulesi kazısı, Hadrianopolis surları ve çevre düzenlemesi yazıyor. İlkokulda şehrin çok eski zamanlardaki isminin Hadrianopolis olduğunu öğrenmiştik ama görsel bir şeyi gidip te ziyaret etmemiştik. Bu Selimiye Camii altındaki kazı yeri gibi bir şey olmalı. Karım kulenin arkasında devam eden kazı çalışmasına merakla baktı, kulenin içinin de fotoğrafladıktan sonra oradan ayrıldık.
Yeşil ışıktan karşıya geçtiğimizde Ali Paşa Çarşısı yani Kapalı Çarşı karşımızdaydı. Birkaç fotoğraf sonrası içine daldık, her yer eskiden bildiğim gibiydi ama kokular değişmişti. Kumaşçılardan yayılan boya ve kumaş kokuları o zamanlar burasının egzotik kokularla dolmasını sağlardı. Şimdi ise eski manifaturacılar yerine hazır konfeksiyon ürünler çoğunluğu ele geçirmiş. Doğal olarak da o sevdiğim kokular alıp başını bir yerlere gitmişler, yapı aynı ama ruh kaybolmuş gibi.


Ortasındaki kapıdan geçerken oradaki eski evler dikkatimi çekince dışarıya çıktık. Bulunduğum yeri de hemen hatırladım, burası ilkokul beşinci sınıfta öğretmenimiz Ali Rıza Okyay ile mezuniyet için sınıfça vesikalık fotoğraf çektirmek için geldiğimiz fotoğrafçının bulunduğu yerdi. Sırayla çekilen vesikalık resimlerden sonra toplu halde de fotoğraf çekilmişti. Bütün erkekler çekim için ceketlerinin içine kravat takmışken ben papyon ile gelmiştim.
Kapalı Çarşı’ya paralel olarak bir alt sokaktan yürürken elimde şans talih kader kartonuyla birlikte buralara kadar yürüyüp geldiğim gözümün önünden geçti. Küçük yuvarlak yeri kazımadan önce üzerinden bastırıp altında numara olup olmadığını anlamaya çalışanlara ağlamaklı bir ifadeyle neden bastırıyorsun diye sorduğum anları hatırlayınca ister istemez gülümsedim. İki karton arasında çikolata yaldızlarından olurdu, ufak yuvarlak delikler beş kuruş karşılığında çivi ile kazınırdı, şimdinin kazı kazanının 60 yıllarındaki masum versiyonu tam olarak buydu.
Birkaç ev daha geçtikten sonra Balık Pazarı’nın altına çıktığımızı anladım. Sevinçle burasını karıma anlatmaya başladım, o arada Sabahat Öğretmenimin evine giden sokağı görünce oraya saptım. Şu ân onun evini görmek çok daha önemliydi. Sokakta yürüdükçe eski evlerin bazılarının yerinde durduğunu gördüm, öğretmenimin evini tahminen buldum, satılığa çıkarılmıştı.

Tam olarak emin olmasam da o evin içinde bir ân hayalimde öğretmenimle karşılıklı çay içtiğimi düşünmeden duramadım. Emekli olması ile onu okulda her gün göremeyeceğim için üzüntülüydüm ama evi bizim evin yolu üzerindeydi, ben de her fırsatta mutlulukla kapısını çalıyordum. O benden, bu aşırı ilgimden bıkmış mıydı bilmiyorum ama ben ondan henüz vazgeçme niyetinde değildim.
Öğretmenimin evinden aşağıya doğru yürüdüğümüzde bir anda uzun zamandır ismini hatırlamaya çalıştığım, kız kardeşim Semra’nın ilkokula başladığı Şehit Asım İlkokulunu gördük. Eski tahta binanın yanına gittiğimizde çocuklar okuldan çıkıyorlardı. Bina eskiden daha eski ve yıpranmış tahtalarla kaplı gibi hatırlıyordum. Karıma sevinçle burasını, arkasında havuzu olan evi anlatmaya başladım. Yazın o havuza girip çıktığımızı hatta bir gün abimin içindeki fıskiyenin üzerine düştüğünü gülerek söyledim.
Bu anıları anlatırken hemen yan tarafta bulunan park gözüme ilişti. İlkokulu olduğu gibi bırakıp heyecanla o yöne doğru yürümeye başladım. Yarım duvarları ve üzerindeki demirlerle birlikte hiç unutmadığım yazlık Cumhuriyet sineması o ân karşımda canlanıverdi. Karım orada arabasının yanında duran bir adama burasının eski Cumhuriyet sineması olup olmadığını sorunca evet cevabını aldı.
Düşündüğüm gibi doğru yerdeydik, sinemanın dış duvarları bir şekilde korunmuş, park onun içinde yer alıyor. Belli etmemeye çalışsam da kapıdan sevinçle ve heyecanla parkın içine adım attım, bulunduğum yer sahnenin ve büyük beyaz perdenin bulunduğu tarafta. Yanımda beni ve sevincimi ilgiyle izleyen karıma sahneyi ve diğer ayrıntıları göstererek tarif etmeye başladım. Giriş tarafındaki yüksek ağaçlar artık yoklar, üzerinde yerleşmiş olan kuşların cıvıltılarını işitme şansım şimdi maalesef sadece hayal.
Karım tatilde her sabah bozuk para aradığım yerleri sorunca, sinemanın tahta iskemlelerinin yerleştirildiği alanı elimle belirleyerek gösterdim. İskemle sıraları arasında sırayla dolaşmamı sanki o günü yaşıyormuşum gibi anlatmaya çalıştım. Sinemanın arkasında yer alan harabe binayı göremedim, belli ki seneler önce yıkılmış ve yerine evler yapılmış.
Parkın içinden eskiden kapı olan kısımdan çıktık ve karşı sokağın başında Ömer’lerin oturduğu ev ve köşedeki bakkal artık yoktu. O evin yanında nihayet görmek istediğim binayı yani oturduğumuz evi gördüm. Matmazel Klara’nın evi yeniden yapılmıştı, eski tahta konağın yerinde şimdi yeniden inşa edilmiş yüksek duvarlı yeni bir köşk vardı.

İnşaatın devam ettiği belliydi, kapıda da bir kilit asılıydı. İçeriyi görmek ve yeni sahibiyle tanışmak maalesef kısmet olmadı. Ben de karıma oturduğumuz odaları ve içerisini tarif etmeye başladım. Bahçe duvarı oldukça fazla yükseltilmişti, içeride göze çarpan bir ağaç da yoktu. Hâlbuki o ağaçlar benim bütün dünyamdı.

Eski zamanlarda evin karşısı bomboş bir araziydi, orada top oynar ve uçurtma uçururduk, şimdi ortada küçük bir park var yanlarında ise yan yana yapılmış birkaç katlı apartmanlar. Kerpiçten yapılmış hemen köşemizdeki ev ile yanındaki oturduğumuz büyük bahçeli ve iki katlı ev yoktu. Her yer ev olmuştu, benim çocukluğumda hayalimde yaşattığım yerler şimdi betona gömülmüştü.

Sokağın köşesine gelince eskiden harabe olan Yahudi Havrası’nın yapılmış olarak yükseldiğini gördük. Zaten gezi programımızda olduğu için hayallerimi geride bırakıp o tarafa doğru yürüdük. Havra, vakıflar tarafından restore edilmiş. Belli ki uzman kişiler bu konuda sorumluluk üstlenmişler, yoksa yine komik şeyler ortaya çıkardı. Açık olan Havra’ya girip merakla dolaştık, resimler çektik. Daha önce çok fazla Kilise gezmiştim ama Havra konusunda bilgisizdim, bu şekilde cahilliğimi de azaltmış oldum.


Yeniden Balık pazarına döndüğümüzde bir şeyleri hatırlamak için dikkatle etrafa bakarak yürümeye başladık. Karşılıklı balık satan dükkânların yanında bizim et aldığımız kasap da burada olmalıydı. Evden kasaba annemin siparişini almak için genelde ben gönderilirdim. Benim hatırladığım tarafta sadece bir tane kasap dükkânı var, geçerken içinde beyaz saçlı bir adamı da görünce geriye dönüp kasapla konuşmaya başladık. Çocukluğumda sizden alışveriş yapmış olabilirim deyince ilgilendi ve bizi içeriye davet edip oturttu, 12 yaşından beri burada kasaplık yaptığını anlatmaya başladı.
Babası onu on iki yaşında dükkânlarında kiracı olan kasabın yanına vermiş, akşamları günlük hasılatı bir kese kâğıdının içine koyar, bir elinde çocuk, diğer elinde kese kâğıdı onları eve teslim edermiş. 1946 doğumluymuş, 1965 yılında askere gidip 67 yılında geri dönmüş. Benim hatırladığım herhangi bir genç kasap yoktu ama adamın yanından anlattıklarını dinlerken kalkamadık. Sık sık ‘dinle bak’, diye sözümü keserek eski günleri konuşması eğlenceliydi. Çıkışta bizimle resim çektirmek de istemedi.

Balıkçılar Çarşısından çıktıktan sonra Saraçlar caddesinde sağa doğru dönüp çok iyi hatırladığım Tahtakale’nin yolunu tuttuk. Burada eskiden süpürge imalatçıları ve saraçlar bulunurdu, babamın bir akrabası olan Süpürgeci Ethem Amca’nın dükkânları da buradaydı. Uzun ağızlıkla sigara içen Ethem Amca sert ifadeli ince uzun bir adamdı, oğlu Yaşar ise ona hiç benzemezdi. Karşılıklı açılmış iki yerde süpürgeler imal edilirdi, dükkânların önüne değişik süpürgeler asılırdı. Gelinler için aynalı süpürgeler bile yapılırdı.

Ben süpürge yapılan bu dükkânı bulsaydım, benim yaşlarımda olan Ethem amcanın torunu Rıfkı’yla karşılaşsaydım, kendimi ona tanıtmaya çalışacaktım ama olmadı. Burası artık sakatatçılar çarşısına dönmüş, her tarafta ciğer satan dükkânlar var. Şehirde faytonların ulaşımdaki ağırlığı kalmayınca ortada süpürgeci veya saraç da hiç kalmamış. Kasapta konuştuğumuz adamın deyişiyle eski günlerin Mercedes’i faytonlar artık yoktu.
Tahtakale’den çıkıp İnönü ilkokulunu bulmak için bildiğim bir yola daldık ama her şey çok değişmiş. Sabahtan beri sürekli oradan oraya yürüdüğümüz için yorulduğumuzu ve acıktığımızı hissettik. Edirne denince şimdi akla ciğer tava geliyor ama ben çocukluğumda bunların olduğunu hiç bilmiyorum. İstanbul’dan bize gelen misafirlerimizin ciğer tava yemek istediklerini ve dışarıda ciğerciye gidip yemek yediğimizi hatırlamıyorum. Onları Meriç nehri kenarında Söğütlü’ye götürürdük, camiler gezilirdi, badem ezmesi ve kokulu meyveli sabunlardan alınırdı ama ciğer tavanın adı bile geçmezdi.
Şimdi meşhur olan ciğercilerden birine gidip orada karnımızı ve göz zevkimizi doyuracağız, yakın zamanlarda Edirne’ye gelenler Aydın ciğercisini söyleyince biz de orayı aramaya başladık ama olmadı. Burasını ararken arka sokaktan Saraçlar Caddesi üzerindeki bulunan, çok iyi hatırladığım PTT’nin yanına çıkınca sevindim.
O günlerde bayramlarda ve yeni yılda sokakları ve PTT’nin ön tarafını dolduran tebrik dolu tezgâhlar ve çocukluğum gözümün önüne geldi. Önceden biriktirdiğimiz harçlıklarımızla tezgâhlardan tebrik seçmek, onları heyecanla doldurup İstanbul’da oturan bizden bihaber olan büyüklerimize göndermek bambaşka bir gelenekti.
Sorarak bulduğumuz yerin aslında biraz önce alt tarafından geçtiğimizi fark ettik, yan yana açılmış birkaç ciğercinin içinden Aydın’da boşalan bir masaya oturunca ne kadar yorulduğumuzun da farkına vardık. Sabah ondan beri dört saattir yürüyerek şehrin tozunu atıyoruz, telefonda bulunan programa göre on bin adımdan fazla atmışız. Yanımıza bizimle ilgilenecek delikanlı gelince, ona siparişimizi verdik. Artık yiyip içtiklerimize çok az da olsa dikkat ettiğimiz için standart birer porsiyon ciğer ile içeceklerimizi söyledik.
Masaya önce yağda çevrilmiş kurutulmuş kırmızıbiber ile kızartılmış yeşilbiber geldi, ardından da acılı ezilmiş kırmızıbiber sosu getirildi. Üç farklı biber bize bakarken bizde onları dikkatle süzdük, bunların sadece biri karıma hitap ediyor, yani belki kırmızı sos. Diğer biberler ile şimdilik karşılıklı bakışıp kesişiyorum, bu duygusallık belli ki ciğerler gelince sona erecek.

Beş dakika sonra ciğerlerimiz getirildiğinde önce gözümüz doydu, porsiyon insanı iki defa doyuracak cinsten, iyi ki aç gözlülük edip bir buçuk söylememişim. Sıcak ciğerleri yemeye başladığımda hayal kırıklığına uğradım, ince kesilmiş ciğerler una bulanık güzelce kızartılmıştı ama kuruydu. Ben ciğeri bir parça yumuşak severim, bu yaprak kadar ince kesilmiş ciğerler patates cipsi gibi kuruydu ama bunların da pişirilme şekli buydu.

Ciğerlerle birlikte biberlerle bakışma faslımız da sona erdi ve birer ikişer mide ile buluşma başladı. Bir tabak dolusu ciğeri bitirdiğimizde ikimiz de doymuştuk, yapılacak şe y güzel bir kahve içmekti, biz de öyle yaptık. Ciğercinin biraz aşağısında köşede bir yerden önce kendimize Kavala kurabiyesi aldık, sabah Selimiye’nin karşısından komşulara ve tanıdıklara alırken nedense kendimizi düşünmemiştik. Ardından da çok eski garajın yerine park ve kafelerle değerlendirilmiş yerde bir kafeye girip oturduk.
Kahve keyfi sonrası gidip ilkokulumu görmek ikimize de zor geldi, oradan oraya derken yürüyerek çok fazla mesafe kat etmişiz. Kalkıp sabah arabayı park ettiğimiz yere geldik, bu sefer arabayı karım kullandı ve Hayrabolu yerine Uzunköprü yolundan Şarköy’e doğru yola çıktık. Karım merak ettiği uzun köprünün üzerinden geçemedi, çünkü ana yolu ilçenin dışından vermişlerdi. Keşan’da Tekirdağ yerine Gelibolu istikametine sapmak ise kafasını iyice karıştırdı. Koru dağından aşağıya indikten biraz sonra Şarköy sapağını görmek onu mutlu etti.
Bu sefer Edirne’de sadece benim çocukluk günlerimin izini sürdük, Sarayiçi, Karaağaç ve Söğütlük gibi yerleri de başka bir zamanda yapmanın doğru olacağı kesin. Yağmur bize sabah ucundan dokunmuştu bütün günümüz ise güneşli ve güzel bir günde değerlendi. Belki bir parça yorgunduk ama içimizde yapmak istediklerimizi gerçekleştirmenin huzuru vardı, neskafelerimizi alıp denize karşı oturduğumuzda ise mutluyduk.
Ne iyi yapmışsınız. Rahmetli annem eski evini dolaşanlar umre yapmış sayılır derdi. 🤷♀️ Ben de en çok Ağrı daki evimizi ve lojmanımızı hatırlıyorum. Ama maşallah siz kişileri bile unutmamışsınız ne güzel. Selimiye Camii’ni ve Edirne’yi gezmiştim. Çarşısını da hatırladım.Yine sevgili eşinizin fotoğrafları eşliğinde güzel keyifli bir masal okudum. Kaleminize sağlık Gürcan Bey. 👍😊Selam ve sevgiler…
BeğenLiked by 2 people
Üzüntülü günler yaşadığınızın farkındayım, tekrar sabırlar diliyorum. Edirne 31 yıllık bir aradan sonra gerçekleşen bir seyahatti. Oldukça değişen şehirde yıllar öncesinden bıraktığım ayak izlerini takip ederek dolaştık. Minik halimle büyük zannettiğim şehir aslında küçücükmüş, dolaşırken bunu fark ettim. Elif’le birlikte dört saat dolaştık ve yorgunluğumuzu oturunca anladık.. Tekrar güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Selam ve sevgiler bu sefer de bizden.
BeğenLiked by 1 kişi
Çok sağolun. 🥰
BeğenLiked by 1 kişi
Biz de Ağrı’da lojmanda kalmıştık ama ben epey miniktim 🙂
BeğenLiked by 2 people
Biz 1961-65 arası oradaydık. Babam 400 yataklı askeri hastanenin sağlık depo subayı idi. En son inzibat subaylığı yapmıştı. 1965 te Bandırma’ya tayin olduk. Tarihler sana göre hayli eskidir Özlem’cim.👍💗
BeğenLiked by 2 people
Babam 61 mezunu. Evlenince biraz Bursa’da yaşamışlar, sonra çıkmış tayini Ağrı’ya. Beni 72’de Bursa’da doğurup geri getirmişler Ağrı’ya bir aylıkken. Çocukluğumun bir kısmı orada geçti. Bana bakan ablalardan küfür öğrenmişim bilmediğim dilde de babamı öyle karşılarmışım 🙂
BeğenLiked by 2 people
🤣🤣ben de önce adın ne sonra küfür öğrenmiştim. İlkokul 4’teydim. Ne günlerdi.
BeğenLiked by 3 people
🙂 🙂 Süper!
BeğenLiked by 2 people
Ben de 1963 yılında sizlere en fazla 50 kilometre uzakta Orgof Suveren’deydim ama şu küfür işine maalesef girememiştim. Biraz Urfa’da şive kapabilmiştim. 🙂
BeğenLiked by 1 kişi
🤭😁😁
BeğenLiked by 1 kişi
Elinize emeğinize sağlık sevgili eşinizin çektiği güzel fotoğraflar ile görsel olarak yazıya renk katmış. Ayrıca güzel anlatımınız ile bende Edirneyi gezmiş gibi oldum çok teşekkürler. 😊
BeğenLiked by 1 kişi
Günaydın, öncelikle güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Günü birlik güzel bir seyahatti, çocukluk anılarımın peşinde karımı da oradan oraya sürükledim ama mutsuz olmadık. Sevgi ve saygılarımla…
BeğenLiked by 1 kişi
Hayranım geçmişi yazabilmedeki ustalığınıza! İyi ki yazıyorsunuz da bir şeyler güzellikle kayıt altına alınıyor. Yine harika anlatmışsınız geçmişle bugünü harmanlayarak.
Ne kadar değişiyor her yer.. Her şey.. Normal elbette ama insanın içi buruluyor. Neyse ki yine de güzel görünüyor sizin mahalle.
Köfteleri öğrendi mi hiç babanız?
BeğenLiked by 2 people
Ben utanarak size ne cevap yazacağımı bilemiyorum, ne kadar güzel sözler bunlar böyle! Bu arada babam yaşadığı sürece köfteleri öğrenmedi, aile içinde kimse de bilmedi ama ben hiç unutmadım. Gözlerimde çakan yıldızları da hep hatırlıyorum. Yaşadığım mahalle her şeye rağmen güzeldi, kendimi yabancı biri gibi hissetmedim. İyi geceler, selam ve sevgilerimle.
BeğenLiked by 1 kişi
Değişmiş haliyle de güzel olmuş. Birçok mekan değişince oldukça sevimsiz bir hale gelebiliyor maalesef.
Babalarımız… kıymetlilerimiz… Ben de birçok şeyi hiç unutmuyorum babacığıma dair de yazamıyorum ben..
İyi geceler Gürcan Bey. Değerli eşinize selamlar.
BeğenLiked by 1 kişi
Size de iyi geceler Özlem Hanım, eşinize de selamlar.
BeğenLiked by 1 kişi