Masal gibi-Edirne 10

7 Ağustos 1964 günü dünyanın dört bir yanında savaş rüzgârları eserken biz o sırada ailecek İstanbul Büyükdere’deyiz, ben dere tepe koşturup oyun oynuyorum. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson, Kuzey Vietnam’da komünist rejime karşı bütün önlemlerin alınacağını belirtmiş. Amerikan Kongresi başkana Vietnam’a asker gönderme yetkisi vermiş ve böylece savaş da başlamış. Vietnam’ın artık uzaklarda bir yer olduğunu biliyorum, her sabah gidip bakkaldan alıp geldiğim günlük gazetede yayınlanan haritada da görüp yerini öğrendim.

Görsel: paramezat

8 Ağustos günü Kıbrıslı Rumlar 3 Türk köyünü işgal etmiş, Türk savaş uçakları da Rum mevzilerini bombalamış. 2 Rum hücumbotu batırılmış ama bu harekât sırasında bir Türk savaş uçağı düşmüş ve pilot Cengiz Topel şehit olmuş. Yunanistan Kıbrıslı Rumlarla birlikte hareket ettiği için annem çok endişeli, babamın tayininin çıktığı Edirne, Yunanistan’ın hemen yanı başındaymış.

Görsel: Sinan Meydan
Görsel: Tolga Özbek

Yanımızda bulunan üç katlı ahşap konakta Rum komşularımız oturuyormuş, şimdilerde kalabalıklar. Bahçede sarı saçlı, açık renkli gözlü genç kadınlar ve büyük abiler var, bahçede ışıkların altında müzik dinleyip dans ediyorlar. İşittiğimiz neşeli sesler, müzik ve eğlence, gece alt bahçede oturmuş çay içerken hepimizin çok hoşuna gidiyor.

Annem uzun yıllardan beri burada yan yana oturdukları, genç kızlığından tanıdığı komşularıyla ilk fırsatta gidip konuştu ve hasret giderdi. Geri döndüğünde bahçede oturmuş kahvesiyle sigarasını tellendirirken biraz düşünceliydi, Rum komşularının çok dertli olduğunu belki de yakında buradan ayrılabileceklerini söyledi.

Onlardan öğrendiğine göre 1930 yılında Türkiye ve Yunanistan devletleri arasında bir anlaşma yapılmış, ‘Türkiye ve Yunanistan arasında ikamet, ticaret ve seyrisefain mukavelenamesi’, adı verilen bu anlaşma uyarınca her iki ülke vatandaşları diğer ülkeye serbestçe girebilecekler, seyahat ve ikamet edebilecekler, yerleşebilecekler ve ticaret yapabileceklermiş.

Görsel: Twitter

1960 yılında ortaya çıkan Kıbrıs sorunuyla birlikte hava tersine dönmüş, gazeteler  İstanbullu Rumların Kıbrıslı Rumlara para desteği yaptıklarını yazmaya başlamış. Türkiye’nin toplam dış ticaret hacmi 343 milyon Lirayken, gizlice Kıbrıslı Rumlara yapılan yardımın 500 milyon Lirayı bulduğunu yazıyormuş. Türkiye, İsmet İnönü liderliğindeki hükümetin aldığı kararla 16 Mart 1964 günü, 1930 yılında imzalanmış olan anlaşmayı tek taraflı olarak feshettiğini bildirmiş.

Görsel:Twitter

Bu tarihten dokuz gün sonra da Yunanistan uyruklu ve pasaportlu Rumların sınır dışı edilmelerine karar verilmiş, iş adamlarının 15 gün içinde işlerini tasfiye etmeleri bildirilmiş. Bu kişilerin Türk bankalarındaki hesapları bloke edilmiş ve gayrimenkullerine el koyulmuş. Sürülen Yunan uyruklu Rumların yanlarına sadece 20 kiloyu aşmayacak bir bavul ve 200 Lira almalarına izin verilmiş. Sürgün edilenlerin sayısı Ağustos ayında 6500 sayısına ulaşmış, bu sayı her gün katlanarak artıyormuş.

Görsel: Bianet

Annem, komşularının Yunanistan uyruklu olmadıklarını ama yine de polisten her an ülkeyi terk etme kâğıdı beklediklerini söyledi. Üzgündü ama bu ülkede birlikte yaşayan insanların arasında yüzyıllardır süren barışı Rumların Kurtuluş Savaşı sırasında bozduğunu anlattı. Ülkede yaşayan on binlerce Rum’un Yunan ordusunda Türk ordusuna karşı eğitim görüp savaştığını İstiklâl madalyalı babasının anlattığını da belirtti.

Biz bu anlatılanları sadece dinliyoruz, aklımız sadece koşturup oynamada. Büyükdere’de mahallenin çocukları ile kısa sürede arkadaş olduk. Aşağıdan gelen yola hâkim bir yerde kayaların üzerine yapılmış olan evde oturan Leman Teyzenin torunları Sıtkı, Caner ile daha yukarıda oturan Süheyla ile sürekli bir arada bulunuyoruz.

Eğimli arazide yapılmış, çoğunluğu gecekondu olduğu söylenen evler birbirlerine pek yakın değil. Küçük taşlı patika yollar evlere gidiyor, okçuluk oynadığımız osuruk ağaçları her tarafta bolca var. Sadece bol dikenli böğürtlenlerden şikâyetçiyim. Bacaklarımın her yanı çizik içinde kaldı ama yemişleri de çok güzel ve tatlı. Ağzım ve ellerim onlardan kapkara oldu ama kimin umurunda.

12 Ağustos günü Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin çağrısı üzerine Kıbrıs üzerindeki uçuşlara son vermiş. Konsey adada Rum ve Türk toplumları arasında Barış Gücü’nün tampon bölge oluşturulmasını kararlaştırmış. Annem sorduğumda bunu kendince şöyle açıkladı, abinle şiddetli kavga ettiniz diyelim, daha fazla birbirinize girmemeniz için aranıza girdiğimde, ben tampon bölge oluşturmuş oluyorum. Her şey ne kadar da basitmiş!

Bazen sahilde bulunan Tahlisiye’ye veya parkın önünde karaya çekilmiş olan sandalların oraya gidip denize giriyoruz. Pek yüzme bilmiyoruz ama annemin gözü önünde sığ kumsalda suya batıp çıkıp, birbirimizi ıslatarak eğleniyoruz. Büyük havlu içinde annemin özenle diktiği ıslak mayolarımızı çıkartıp kurulanıyoruz, kuru çamaşır ve giysilerimizi giyince hemen eve dönmüyoruz. İki üç katlı ahşap konakların bulunduğu dar cadde boyunca annemin yanında yola inmeden kaldırım da yürüyoruz.

Yol üzerindeki Büyükdere vapur iskelesinin karşısında bulunan pasta fırınından annem evde akşamüstü çayla birlikte yenilmesi için simit ve kurabiyeler, bana da ince bir naylon torbanın içine konulmuş olan beyaz halkalardan alıyor. Bunlara gerçekten bayılıyorum, yüz yaşıma gelsem de bıkmadan yemeye devam ederim.

Paket ipiyle bağlanmış torbalardan birini sabırsızca açıyorum, içinden aldığım beyaz halkayı ince bileğimden geçirip yürürken keyifle ısırarak yemeye başlıyorum. Kolumda ki bu beyaz halkayla yeniden vapura binsem ne kadar güzel olurdu, her fırsatta çıktığım beyaz köşkün bulunduğu tepeden onları oturup imrenerek seyrediyorum. Uzun bacasından çıkan kara dumanlar ve çalan düdüğüyle onları izlemek, yani öyle anlatılacak gibi değil.

Görsel:Pinterest

Almanya’ya işçi olarak giden evin tek oğlu, yani kendisi dayım oluyormuş orada Köln şehrinde çalışmaya başlamış. Gelen mektuplarda resimler de göndermiş, mavi renkte tosbağa gibi bir arabanın yanında incecik bıyıklarıyla duruyor, boynunda kurdele gibi bir şey var. 20 Ağustos’ta Fransa’da madenlerde çalıştırmak üzere işçi alımı için Türkiye ile anlaşma yapmış. Gitmemiş olsaydı belki de Fransa’ya giderdi ama ben bu yerlerin buraya çok uzak olduğunu biliyorum.

21 Ağustos günü vapurla Eminönü’nden geri dönen komşular bizimkilere Galata Kuledibi’nde çıkan büyük yangını anlatıyorlardı. Orada bulunan Eskiciler çarşısı yanmış, 167 dükkân ve 25 apartman yanıp kül olmuş. İnşallah ölen kimse olmamıştır, ben bunları duyunca çok üzülüyorum.

Görsel:Pinterest

Yaz akşamlarında evdekilerle beraber güle oynaya yürüyüp Beyaz Park gazinosunun oraya sahile gidiyoruz. Yollar ve deniz kenarında sahil çok kalabalık, Sevsay’da yer bulmak zor. Deniz kenarında boşalan banklara büyükler oturuyor, gazinodan gelen müzik sesleri arasında annem hem küçük Semra’yı kollarında sallayarak uyutmaya çalışıyor hem de denizden gelen esinti ve müzik ile kardeşleriyle sohbetleri koyulaştırıyor.

Görsel:Pinterest

 Ben kıyıda balık tutanların yanında onları dikkatle izliyorum, denize vuran ışıklar içinde görünen balıklar oradan oraya telaşla yüzüyorlar. Bazıları da mantarların bağlandığı oltalardaki yemlerin etrafında dört dönüyorlar. Denizde bulunan içleri insanlarla dolu olan sandallar ise neredeyse yan yana gazinonun etrafında sanki bir duvar örmüş gibiler, içeriden meşhur sanatçıların söylediği şarkılar duyuluyor.

Görsel:Pinterest

Bazen ileriye Sarıyer’e doğru doğru yürünüp dönüşte Kocataş gazoz fabrikasının önünden geçiliyor. Ben önden koşup hemen camın önünde yerimi alıyorum. Gazoz şişeleri bir şeyin üzerinde sırayla sallanarak ilerliyorlar, bizimkiler gelene kadar soluksuz bir şekilde çalışan makinaları izliyorum. O gazoz şişelerinin nasıl yıkanıp yeniden dolduğunu, kapaklarını takılmasını henüz anlamış değilim.

Görsel: Pinterest-Şimşek

Bir hafta sonu piknik yapmak için Yenimahalle’de bulunan Tellibaba’ya gidildi, Sarıyer’de minibüsten inince yol yürüyerek oldukça uzun ama o zamanlar öyle sık geçen vasıtalarda yok. Tellibaba’nın alt tarafında koskocaman tekneler tamir edilip boyanmak üzere karaya çekilmişler. Yoldan aşağıya doğru inilirken boş bulunulan bir ağaç altındaki küçük düzlükte çantalardan örtüler çıkarılıp serildi. Oraya yerleştikten sonra gölgeliğin tadını çıkarmaya başlanıldı.

Tellibaba 1964

Annemler yanımızda getirdiğimiz çay ocağı üzerinde demliklerde çaylarını demleyip sigaralarını tellendirirlerken, biz çocuklar ise yokuş aşağı deniz kenarına indik. Benim esas ilgimi çeken o büyük tahta tekneler, o kocaman tekneleri sanki denizdeymiş gibi düzgün tutan büyük kalın tahtalara ilgiyle bakıyorum. Onların altlarını ellerindeki bir şeylerle kazıyan ustaları bir kenardan izledim.

Görsel: Ara Güler

İşte o günlerden bir akşamüstü babam Büyükdere’ye geldi, biz onu en son Kars’ta kara trene binerken görmüştük. Aşağıda bahçede oturmuş kahvesiyle sigarasını içerken annemle ve teyzelerle konuşmaya başladı. Ben o sırada tam tepesinde dut ağacının üzerindeydim. Edirne’de oturacağımız evi bulup kiralamış, ev eşyalarımız da Iğdır’da ki evimizden getirilip oraya bırakılmış. Çok yakında daha önce görmediğimiz Edirne’ye gideceğiz, gelecek yaz okulumuz tatile girince, eğer karnelerimiz de iyi olursa tekrar buraya gelecekmişiz.

Babam birkaç gün İstanbul’da dinlendi, Büyükdere’de eski arkadaşlarını gördü, onlarla ve kahvelerde zaman geçirdi. Bir gün balıkçı arkadaşının kayığı ile bizleri Beyaz Park gazinosunun önünde bile gezdirdi. Denize girmek için plajdaki yüksek tahtadan atlayanları ilgiyle izledik. Daha sonra balıkçı amca oltayla balık tutarken biz de ona yardımcı olduk.

Kıbrıs olaylarının halkın içinde de tepkilere yol açtığını radyodan işittik, 28 Ağustos günü 20 bin genç Ankara’da ABD büyükelçiliğine yürümüş ve protesto etmiş. Ardından da Yunanistan büyükelçiliği taşlanmış. Bu haberlerle birlikte babamla ve kardeşlerinle yaptığı gizli konuşmalardan annemin bizlerin bazı şeyleri duymamızı istemediğini anladım. Ne yapalım, madem anlatmıyorlar biz de kendi oyunumuza bakarız.

Görsel: Halim Durmuş

Bir sabah kapıya gelen taksi ile birlikte Edirne’ye gidiş zamanımızın geldiğini anladık. Ben dikkatle bu koca kuyruklu arabayı incelerken, annemle babam da evdekilerle ve etrafta oturan komşularıyla vedalaştılar. Yandaki Rum komşularımız hâlâ endişeyle beklemeye devam ediyorlarmış, ülkeden gönderilen Rumların sayısı şimdiden 10 bini geçmiş.

Görsel: Pinterest

Babamın öne oturduğu, bizlerin arkaya doluştuğu taksiyle hiç bilmediğim, görmediğim birçok yerden geçip annemlerin Topkapı dedikleri yerde bulunan otobüs garajına geldik. Yol boyunca geçtiğimiz yerleri görmek için camdan dışarıya gözümü kırpmadan baktım. Ben ömrüm boyunca bu kadar büyük bir şehir görmedim, denizi var, vapurları, arabaları, tramvayları, otobüsleri, yolları, köprüleri, büyük evleri, kalabalığı. Yani her şey benim aklımın ötesinde.

Annem kalabalıkta kaybolmamız için bizimle ve eşyalarla birlikte bir kenarda beklerken, babam gidip otobüs biletlerimizi aldı. Gelince de hep birlikte otobüslerin bulunduğu yere gittik. Önünde S harfi ile başlayan büyük bir yazı olan otobüsün yanında durduğumuzda onun radyo reklamlarından sevdiğim burunsuz Magirus otobüslerden olduğunu gördüm.

Görsel: Atilla Bülbül

Yenimahalle’de ki Tellibaba’ya giderken bir kere annemle birlikte Sarıyer’e kadar böyle bir belediye otobüsüne bindiğimizi hatırlıyorum. Yolda giderken yaylanmasına bayılmıştım, bir de sahil yolundaki virajlardan dönerken çıkan of puf gibi hava seslerine. Bakalım reklamlarda dedikleri gibi vıjt diye geçip Edirne’ye çabucak gidecek mi?

Babam, bagajlarımızı kaldırıp otobüsün üzerindeki üst bagaja çıkmış olan muavine uzattı, ben de o arada usulca uzaklaşıp otobüsün sağına soluna bakmaya çalıştım. Motorunu nereye koymuşlar diye düşünürken arkadan gelen sesi duyunca kulak kabarttım, yalan değil motor arkada. Benim bu güne kadar gördüklerimin motorları hep öndeydi, kafam iyice karıştı ama yine de çenemi tutup sustum. Annemin bana seslenmesiyle de hemen onların yanına gittim, valla çağırmasa otobüsün çevresinde birkaç kere daha dolaşıp bakınırdım.

Yerimize oturmuş camdan gördüğümüz hem kocaman hem de yüksek eski kale duvarlarına bakarken, annem bizlere bunların İstanbul’un surları olduğunu söyledi. Bunları yıkıp geçen ve İstanbul’u alan Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’i de okulda öğreneceğimizi belirtti.

O arada otobüsün içinde dolaşmaya başlayan simitçi ile nane şekeri satıcısını gördüm. Annem yolda midemiz bulanmasın diye küçük naylonlar içinde satılan beyaz renkli nane şekerlerinden iki paket satın aldı. Satıcılar da aşağıya indikten sonra kalkış saati gelen otobüsün kapıları kapatıldı ve otobüs yavaşça hareket edip garajdan yola çıktı.

Yolda giderken camdan çok fazla şey göremediğimi fark edince ister istemez sıkıldım. Ayakta giderken çevredeki her şey özellikle de yol çok daha güzel görünüyor. Annemden izin alınca hemen ayaklanıp koridora çıktım,  ağzıma bir nane şekeri atıp aradan ayakta öndeki yolu izlemeye başladım. Arada ağzımı açıp aldığım nefes ile içinin buz gibi olmasıyla eğleniyorum, bu nane şekerleri ne kadar İlginç!

Yolda geçtiğimiz yerlerde bulunan levhalara dikkat ettim ama onları pek okuyup anlayamadım. Bu arada otobüs çeşitli yerlerde durdu, yolcu indirip bindirdi, Allahtan durduğumuz yerleri muavinin bağırışlarıyla öğrendim.

“Çorlu yolcusu kalmasın.”

“Lüleburgaz yolcusu…”

“Babaeski yolcusu…”

“Havza yolcusu kalmasın.”

Verilen molada da babam ve abimle birlikte tuvalete koşturduk. Derken bir süre sonra uzaktan dört tane minare göründüğünde Edirne’ye geldiğimizi anladık, bu meşhur Selimiye camisiymiş. Şehir içinde yoldan geçerken o camiyi camdan daha iyi gördük, uzun minareleri gökyüzüne doğru uzanıyor.

Görsel: kapalıbakış gazetesi

Otobüsümüz birçok kubbesi bulunan bir caminin yanından aşağıya doğru saptı, diğer yanda da birçok kubbesi bulunan dükkânlarla dolu uzunca eski bir bina var ama cami değil.  Babam bu caminin Eski cami diğer uzun eski yapının da bedesten olduğunu söylerken otobüs, bu eski şeylerin arasındaki yoldan ilerleyip alt tarafta bulunan geniş otobüs garajına girdi ve otobüs şirketinin önünde durdu.

Otobüsten aşağıya bizimkileri hiç beklemeden herkesten önce indim, yani başka türlüsünü de yapamazdım. Bizimkiler otobüsten inene kadar da merakla etrafa baktım, bir kenarda duran at arabaları ile faytonları görünce bütün ilgim o tarafa yöneldi. Atların boyunlarına bezden torbalar asılmış, arada sanki dudaklarını oynatarak sesler çıkarıyorlar, bir yandan da kuyruklarıyla kendilerine vuruyorlar. Yani kendilerini neden dövüyorlar ki?

Annemin uyarısıyla ikiletmeden onun yanına gittim, bir otobüs insan arasında sessizce azar işitmek istemiyorum. Yine de dayanamayıp sordum.

“Atlar kuyruklarıyla neden kendilerine vurup duruyorlar? Canları acımıyor mu?”

Başını çevirip gösterdiğim at arabalarına baktı, birkaç saniye kuyruklarını sallayan atları izledi.

“Yanlış anlamışsın, kendilerini dövmüyorlar, sadece üstlerine konan sinekleri kovalıyorlar.”

Uzaktan minik sinekler görülmüyor ki ne yapayım öğrenmem gerekiyordu.

Muavin otobüsün tepesinden babamın gösterdiği valizleri aşağıya uzatırken, bizler de bir kenarda onu beklemeye başladık. Etrafıma bakıp gördüklerimi ve duyduklarımı aklımın bir köşesine yazarken, yanımıza iki kocaman atın çektiği bir fayton gelip durdu. Heyecandan ne yapacağımı şaşırdım,  ben deminden beri onlara bakıp duruyorum. Babam hangi arada derede bunu ayarladı hiç anlayamadım ama bu müthiş bir şey!

Görsel: Küçüksaat

Babam faytoncunun valizleri arka tarafa ve önde oturacağı yerin yanına yerleştirmesini izlerken, bizler de annemi takip ederek basamağa basıp yaylanarak yukarıya çıktık. Karşılıklı konulmuş olan geniş iki koltukta annemin yan tarafında yer kapmak için acele ettim. Önümüzde bulunan büyük atların kokusu burnumuzun içine kadar geliyor. Oturduğumuz yerin arkasında siyah renkte bizim evdeki bebek arabasında olana benzer katlanmış bir koruyucu var. Güneş olduğunda veya yağmur yağdığında annem onu açıyordu, faytoncu da galiba aynı şeyi yapıyor olmalı.

Babam da faytoncuya gideceğimiz yeri tarif ettikten sonra basamaktan çıkıp abimin yanına oturdu. İşi biten faytoncu da tekerleklere basıp öndeki yerine çıktı, oturup yerleşince de uzun kayışları eline alıp kamçısını havada şaklattı, o arada deeh sesini duydum. Atların birlikte adım atmasıyla birlikte araba silkinerek hareket etti. Küçük parke taşlarla kaplı yolun üzerinde nal sesleri, atların sırtındaki küçük çıngırakların çalmaları ve atların kokuları ve yola döktükleri gübreleri arasında yaylanarak yol alırken ne tarafa bakacağımı şaşırdım ama önceliğim kahverengi büyük atlar ve fayton. Kara trene ilk defa bindiğimde de böyle heyecanlanmıştım.

Dar sokaklardan geçip bir evin önünde durunca, faytondan önce ben yere atladım. Faytoncu bizim eşyalarımızı indirirken ben de soluğu kocaman atların yanında aldım, renkli iplerle güzelce işlenmiş olan deri kayışlarının yanında gözlerini yandan koruyan kalın deriler dikkatimi çekti. Boyum onlara çok yakından bakmaya yetmiyor, üstelik atlardan da biraz çekiniyorum, bana göre o kadar büyükler ki. Suveren’de köye gittiğimizde düvenleri çeken at bu kadar iri değildi.  Bunların aralarında ise uzun yuvarlak bir tahta var, o tahtaya birçok deri kayışla bağlanmışlar.

Faytoncu işini bitirip yanımızdan ayrılırken bizler de birkaç merdiven yukarıya çıkıp babamın kapısını açtığı evden içeriye adım attık. Burası Filyokuşu adı verilmiş olan bir yermiş, sokağın sonunda bulunan çok basamaklı merdivenlerden İstanbul’dan geldiğimiz asfalta çıkılıyormuş.

Görsel: Hudut

Babama sorunca oflayarak cevap verdi, vakti zamanında Mısır valisi tarafından padişaha hediye edilen filler bir süre için Edirne’de bu yerde tutulmuş, bu nedenle de burası Fil yokuşu olarak isimlendirilmiş. Ben daha önce hiç fil görmedim ama kocaman bir şey olduğunu ve hortum gibi uzun burnu olduğunu annem söyledi, ayrıca bu sokak öyle yokuş da değil, yani biraz karışık bir şey gibi.

Evimizde odanın camından dışarı bakınca kocaman Selimiye Camii upuzun minareleriyle karşıma çıktı, otobüsle geçerken gördüğümden çok daha büyük görünüyor. Annemle babam eşyaları hurçlardan dışarıya çıkarırken bizler de elimizden geldiğince yardımcı olduk ama genellikle evin çevresinden fazla uzaklaşmadan oynadık.  

Birkaç gün içinde Balıkçılar çarşısını, Kapalı çarşıyı, ana cadde üzerindeki Orduevini, Zogo pastanesini ve parkı öğrenmiştik. Babam burada tanıdıklarını hemen bulmuştu, Saatçi Hasan Amca ve Süpürgeci Ethem onun uzaktan akrabaları gibiymiş. Akrabanın demek böyle yakını uzağı oluyormuş, aklımın bir köşesine yazsam iyi olacak. Ethem Amcanın oğlu Yaşar Abiyi çay içerken görünce dilim tutuldu. O sıcak çayı bir dikişte içiyor, ağzı hiç yanmıyor mu anlamıyorum.

Babamın da birliği yakında Kıyık denilen bir yerdeymiş, evden yürüyerek oraya gidip geliyor. O arada abimle beni evimize yakın olan caddenin karşısında ki Kurtuluş İlkokulu yerine aşağıda bulunan İnönü İlkokuluna yazdırmaya karar verdiler. Annemle birlikte kayıt yapılmaya gittiğimizde okulu görünce şaşırıp kaldım, İki katlı taştan upuzun bir bina ve üstelik taştan duvarlarla ve demirlerle kapatılmış kocaman da bir bahçesi var. Bizim Suveren’de ki ilkokulumuz bunu yanında minnacık bir şey kalırdı. Annem önceden çevreden öğrenmiş, okul 1898 1900 yılları arasında Musevi öğrencilere eğitim vermek üzere yapılmış ama sonraları Türk öğrencilere verilmiş.

Görsel:neredeoku

Abim bu sene dördüncü sınıfa devam edecek ben de ikiye başlayacağım. Burada iki sınıf bir arada değilmiş, üstelik her sınıftan birkaç tane varmış. Beni 2B şubesine verdiler, öğretmenimiz bir kadınmış, ismi de Sabahat Özsabırlılar. Bakalım beni nasıl karşılayacak? İnşallah o da uzun tahta cetvelleri çok sevmiyordur.

Okulun açıldığı gün annem elimizden tutup bizi okula götürdü, kardeşimiz Semra da arabasında her şeyden habersiz uyuyordu. Okuldaki Başöğretmenimizin yaptığı açılış konuşmasından sonra hep birlikte andımızı söyledik. Biz andımızı sınıfımızda söylüyorduk, burada ise bütün okul birlikte söylüyoruz. Çevreme bakıyorum da bu kadar büyük bir bahçe de neler yapılmaz ki.

Çalan ders ziliyle birlikte annemden ayrılıp sınıflarımıza gittik. Bizim sınıfta bile geçen sene Suveren’de okuduğum okulumdan çok öğrenci var. Ben de boş olan bir sıraya geçip oturdum, yanıma da Nuri adında bir çocuk oturdu. Uzun boylular arkada oturuyorlar, birbirlerini geçen seneden tanıyorlar. Öğretmenimiz sınıfa geldiğinde hepimiz ayağa kalktık.

“Günaydın çocuklar,” sözleriyle birlikte yerimize oturduk.

Sabahat Öğretmenim, sert görünümlü, gözlük takan, iri ve toplu bir kadın. Yerine oturunca önce kendisini tanıttı, sonra da eline öğrenci listesini alıp okumaya başladı. Geçen seneden tanıdığı öğrencilere yaz tatilinde neler yaptıklarını sorup anlattıklarını dinledi. Sınıfa yeni gelenleri de sorular sorup onları tanımaya çalıştı.

Derse başlamadan önce hepimizin tahtaya gelmemizi istedi, bizler orada ayakta beklerken boylarımıza bakarak yerlerimizi değiştirdi. Ardından da çantamızı alıp söylediği yere oturmamızı istedi. Bu iş bitince tahtaya geçti, tebeşiri eline alıp yazılar yazmaya başladı, onları sınıfta rastgele seçtiği öğrencilere okutmaya başladı. Bana sıra geldiğinde herkes gibi ayağa kalktım, yazdığı yazıyı çok istesem de okuyamadım. O da üstelemeden hemen başkasına geçti.

Daha sonra defterlerimizi ve kalemlerimizi çıkarmamızı istedi, tahtaya yazacaklarını defterimize yazmamızı istedi. Yazdıkları bitince sıralar arasında dolaşıp öğrencilerin defterlerine göz attı ama hiç kimseye de bir şey söylemedi.

Öğlende bahçede bulunan kooperatifi öğrendim, minnacık bir kulübe ve büyük sınıf öğrencileri çalışıyor. Orada simit, susamlı, leblebili tatlılar, kuruyemişler satıyorlar. Kalem ve silgi benzeri şeyler de var. Okulun kapısında elma şekerci, pamuk helvacı, macuncu ve şam tatlısı satan tatlıcı da vardı. Geçen sene okulumuzda böyle şeyler hiç yoktu, burası bambaşka bir yer sanki.

Pamuk helvacının yanında durup merakla yaptıklarını izlemeye başladım, tekerlekli ve camla kaplı bir arabası var. Arabanın altında bir ocak yanıyor, ayağınla da bir pedala basarak içinde şeker koyduğu bir şeyi çeviriyor. Birden camın içinde pamuk gibi bir şeyler uçuşmaya başladı, onları elindeki ince sopa ile çevirerek topladı. Bu nasıl bir mucizedir böyle!

Görsel: Jim Clayter
Görsel: Yüksel Erikmen

Onun biraz ötesinde bizim portatif masa gibi ayakları olan bir tepsi ile tatlı satan adamın yanına gittim. Düz tepside üzerlerinde fıstıklar konulmuş olan şam tatlısı satıyormuş. İsteyen çocuklara elindeki ince teneke bir şeyle kestiği tatlıdan alıp küçük kâğıdın üzerine koyuyor. Ben de dayanamayıp on kuruş verdim ve ondan aldım. Kâğıdın yanından akan koyu şurubuna dikkat ederek elimdeki tatlıyı ısırdım. Çok güzeldi, yalayarak onu küçük küçük ısırmaya devam ettim, hemen yutmadan ağzımın içinde çevirdikçe çevirdim.

Görsel: Sibels world

Öğleden sonra beslenme saatinde öğretmenimiz bundan sonra yanımızda kupalarımızı getirmemiz gerektiğini söyledi. İnanamıyorum o nefret ettiğim süttozundan süt işi yine burada da beni buldu. Akşamüstü paydos zili çaldığında çıkmadan beni yanına çağırdı ve yarın okula velimle birlikte gelmemi istedi, onlarla konuşup tanışmak istiyormuş.

Evde öğretmenimin söylediğini anneme de aktardım, sabah annem bebek arabası ve Semra ile birlikte bizimle okula geldi. Bizler kendi sınıflarımıza giderken annem de Öğretmenler odasının yolunu tuttu, Sabahat Öğretmenle görüştükten sonra da beni görmeden eve geri dönmüş.

Öğlende çalan zille birlikte dışarıya çıkarken öğretmenim beni durdurdu,

“Şimdi bahçede yemeğini yiyip hemen buraya yanıma geleceksin, seni burada bekliyorum,” deyince olur öğretmenim deyip yemek çantamı alıp dışarıya fırladım.

Geriye döndüğümde Sabahat Öğretmenim beni sınıfta masasına oturmuş bekliyordu.

“Karnını doyurdun mu?” diye sorunca başımı evet der gibi salladım.

“O zaman defterini kalemini çıkar,” deyip oturduğum sırada yanıma gelip oturdu ve gösterip anlatmaya başladı.

Akşam evde annem babama anlatırken durumu öğrendim, Öğretmenim anneme benim okuma yazma bilmediğimi, beni birinci sınıfa almaları gerektiğini üzülerek belirtmiş. Annem köy ilkokulunda fazla bir şey öğrenmediğimi anlayınca ve sene kaybedeceğimi öğrenince oldukça üzülmüş. Bu konuya bir çözüm bulmaya çalışmış, bunu da öğretmenimle paylaşmış.

Sabahat Öğretmenimin o yüce gönlü de benim sene kaybetmeme dayanamamış.

“Peki, siz evde ben de öğlenleri okulda onunla ilgileneyim. On beş gün sonunda durumu tekrar değerlendiririz,” deyince annem sevinçten havalara uçmuş.

Görsel: Pinterest

Radyoda konuşan kadın, Tokyo yaz Olimpiyatlarının başladığını Türk takımlarının da atletizmde 3, güreşte 15, halterde 1 ve yelkende 3, toplamda 23 sporcu ile orada yarışmalara katılacaklarını bildiriyordu. Evde de benim kendi yarışmalarım başlamıştı, o günden itibaren akşamları annem ve babam idareyi ele aldılar, alfabeden başlayıp okuma ve yazmayı öğrenmem için disiplinli bir şekilde benimle çalışmaya başladılar. Babam nedense kulak çekme konusunu unutmuş gibiydi.

Okulda ise öğlenleri Sabahat öğretmenim beni sınıfta tutar ve soluk aldırmadan benimle ilgilenirdi. Defalarca yazdırır ve okutur, bilmem gereken her şeyi öğretmeye gayret ederdi.  Dışarıdan bakıldığında insan farkında olmadan ondan korkup ürküyor. Kendisi sevdiği işi yani küçük çocukların eğitilmesini büyük bir ciddiyetle yapıyor, şımarıklığa ise asla prim vermiyor.

Ben onun ne kadar sabırlı ve sevecen biri olduğunu o on beş gün içinde öğrendim. O bir gün bile aksatmadan her öğlen benimle ilgilendi, dinlenmek yerine bütün zamanını bana ayırdı. Hiçbir mecburiyeti yoktu ama o beni kazanmak istiyordu.

Bir süre sonra annemi tekrar görüşmek için okula çağırdığında yüzü gülüyordu, bana eve gitmeden önce tembihte bulundu.

“Annene söyle, endişe edilecek bir durum yok.”

Evde öğretmenimin söylediklerini aktardığımda annemin yüzü güldü. Ertesi sabah yine hep birlikte okula gittik, annem öğretmenimle görüşüp yine eve dönmüş.

Ona neler anlattığını ancak akşama öğrenecektim ama öğretmenim öğlende beni yanına çağırdı.

“Artık öğlenleri birlikte ders çalışmayacağız, yemeğini yiyip arkadaşlarınla oynayabilirsin,” sözleriyle birlikte peki öğretmenim deyip dışarıya çıktım.

Akşam annem okulda yapılan konuşmaları anlatırken öğrendim. Bu kadar gayretin neticesinde beklenen gelişmeyi sağlamışım artık ikinci sınıfta eğitime devam edecekmişim. Bu habere çok ama çok sevindim, çünkü öğretmenimden hiç ayrılmak istemiyordum. Onu çok seviyordum, onun da beni sevdiğini biliyordum.

14 Ekim 1964’te radyoda da spiker heyecanla Türk güreş milli takımını takım halinde birinci olduğunu anlatıyordu. Kazım Ayvaz ve İsmail Ogan altın madalya kazanmışlar. Dört güreşçimiz de gümüş madalya alıp ikinci olmuşlar.

Görsel: FullAntalya

Sovyetler Birliğinde ise Leonid Brejnev, Nikita Kruşçev’in ardından Komünist parti başkanı ve devlet başkanı olmuş. Sonuçta herkes mutlu, ben de yeterli seviyeye gelip sınıfımda Sabahat Öğretmenimle ve arkadaşlarımla kaldım.

7 comments

  1. Yine bir solukta okudum hikaye güzel gidiyor. Anılar tazeleniyor. 👍Magirus otobüslerle ilgili bir anım ben de de var, rahmetli amcam abimin kafasına belli etmeden vurur abim de ne oluyor?gibi bakınınca da -zııt Magirus geçti derdi😁 🙋‍♀️

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın