Bilinçli kararlılık ve öngörü

İlk defa büyüklü küçüklü bir çok gemi fırtınalı bir denize açılmış durumda, azgın dalgalar içinde yol almaya çalışıyorlar. İnsanların içinde bulundukları gemiden ayrılıp başkalarına geçme şansı neredeyse hiç yok, İçinde bulundukları gemi bu fırtınaya ne kadar dayanır, sakin limanlara ulaşır mı o da bir bilinmez. Eğer gemi sağlam malzemeden yapılmışsa, içinde yeterli güç varsa alacağı bir kaç ufak hasar da olsa elbet fırtınayı atlatacaktır.

Motoru, seyir ve navigasyon aletleri gerekmeyecek düşüncesiyle önceden parçalanıp satılmış, dümeni tutmayan, gövdesi çürük, neredeyse dibi delik olan gemiler fırtınada sürüklenirken, içindekiler ne kadar iyi niyetle çırpınsalar da fırtınayı aşma şansları pek kolay olmayacaktır.

görsel: Milliyet

Bu fırtına içinde artık hiç bir geminin birbirine yardım etme şansı yok, insanların kararlılığı ve yapacakları akılcı seçimlerin gemilerin yol almasını sağlayacağı kesin.

Endişe, korku ve belirsizliğin hakim olduğu bu günler de küçük bir hikâye ile başlığa vurgu yapmak istiyorum. Anlatmaya çalıştığım aslında çocukluk anılarım değil, bu hikayenin kahramanı olan rahmetle andığım annem, onun 55 yıl önceki bilinçli kararlılığı ve öngörüleri. Şimdi bu küçük hikayeye geçiyorum.

İstanbul’un içinde kafelerde ve benzinliklerde tavuk, ördek, tavşan gibi kümes hayvanlarının yetiştirilmesi tuhafıma gitse de bir yandan da hoşuma gidiyor. Böyle hayvanların beslendiği bu yerler, özellikle küçük çocukları olanların zaman geçirdiği alanlardan oluyor. Çocuklar sevinçle hayvanları seyrederken, bazen de onların peşinden koşturuyorlar. Ben bu çocuklar adına seviniyorum, kapalı alanların yerine açık havada bulunmaları çok güzel.

Görsel: Biliyor musunuz.com

İşte daha önceleri çok önemli olmayan tavuklar da böylece kendilerini sosyal hizmet verir pozisyonda buldular. Onlar yaşamlarına yine kendi bildikleri gibi devam ediyorlar ama doğal eğitimin bir parçası da olup çıktılar. Aslında tavuk beslemek güzeldir, hem insanı oyalar hem de yumurta ve et ihtiyacı karşılanır. Bahçeli evlerde oturulan eski zamanlarda kümesler, evlerin vazgeçilmez demirbaşlarından olurdu. Eski erkekler işten kalan zamanlarını genellikle kahvelerde geçirdikleri için tavuk besleme konuları da kadınların ilgi alanlarına sokulmuştu.

Doğal yetenek miydi yoksa mecburiyetten miydi o yaşımla pek bilemiyordum, ama annemin elinden insanın aklına gelen her iş gelirdi. Sanki evin bütün işlerinden sorumlu olan bireyi oydu. Yaptığı normal yemek, çamaşır, ütü, dikiş gibi işlerin dışında evin badana boyası da onun eseriydi. Kışın kurulacak olan sobalar ve temizlenecek borular yine onundu. Bahçeye dikilecek sebzeler, çiçekler ve beslenecek hayvanlar da annemin yetki ve ilgi alanındaydı. Annem belki bizi bile kendi kendine doğurmuştur diyeceğim ama bu da yanlış olacak, çünkü babamın anneme kız çocuk doğurtma konusundaki gayretlerini büyükler kendi aralarında konuşurken duymuştum.

Konu başka yönlere gitmeden hikâyeye dönersek, Matmazel Klara’nın evinde pek rahat etmeyen annem sokağın sonundaki ev boşalınca kiralık olarak oraya geçmemizi sağladı. Evin sahibi çarşıdaki Kırkpınar lokantasının sahibi Süleyman Beydi. İki katlı evin arkasında çeşitli meyve ağaçlarının da bulunduğu çok geniş bir bahçesi de vardı. Burası benim için sanki büyük bir eğlence parkı gibiydi. O ağaçtan inip ötekine çıkar, oradan oraya koşturur dururdum.

Annem taşınırken kullandığı ve tekrar lazım olur diye düşünerek bir kenara ayırdığı tahta sandıkları bir gün ortaya çıkardı. Bahçede mutfağımıza yakın olan taştan duvarın kenarında, sandıkların tahtalarını kullanarak küçük bir kümes yapmaya başladı. Sanki usta bir marangoz gibi, birbirinden farklı genişlikte ve uzunlukta olan tahtaları kesip yan duvarları yaptı. Açık olan üst kısmın tahtalarını da önümüzde bulunan geniş boş alanın köşesinde kurulmuş olan büyük ağaç kesim atölyesinden alıp çakınca, sonunda ortaya bir şey çıktı.

Daha sonra kümesin ön köşesine, kendisinin de girebileceği büyüklükte bir giriş kapısı yaptı. Kapıdan sonraki kısma folluk olarak kullanılacak, daha küçük bir bölüm yaptı, tavuklar için kümesin içine gereken tünekleri ve yemlikleri de itinayla hazırladı. Bu kümes herhalde birkaç metre büyüklüğünde ya var ya yok.

Bir ara kız kardeşimi bebek arabasına bindirdi ve bizlere hadi deyip evden çıktı. Babamın akrabaları olan Süpürgeci Ethem Dedenin ve oğlu Yaşar Amcanın dükkânının yakınındaki bir nalbura gittik. Ben Yaşar Amca gibi çay içen birine bu yaşıma kadar hiç rastlamadım. Bardağa kaynarken konulan çayı kafasına dikiyor ve boş bardağı önüne koyuyor. Ağzı dili nasıl yanmıyor, valla aklım hiç almıyor.

Nalburdan annem, sarı metalden kapı menteşeleri, asma kilit istedi. İstediği ölçülerde kalın naylon ve kafesli tel kestirip aldı. Rulo yapılmış olan tel ile naylonu abimle aramızda paylaşıp annemin yanında yürümeye başladık. Eve gelince annem aldıklarımızı gözden geçirip üzerini değiştirdi sonra tekrar bahçeye çıkıp işe koyuldu.

Önceden yapıp hazırladığı tahta kapının menteşelerini ve kilidin takılacağı parçayı taktı. Kapıyı kümesteki yerine yerleştirmeden önce ölçerken ben de ona kendimce yardım ettim. Küçük kapıyı düşmesin diye tutarken o da kurşun kalemle işaretlediği yere menteşenin çivilerini çaktı. Kapı istediği gibi açılıp kapanınca kilit takılacak diğer parçayı da belirlediği yere çaktı.

Babamın hiçbir zaman yapamayacağı her şeyi gözü kapalı yapıyor, üstelik ne yaptığını da iyi biliyor. Bir insan bu kadar çok şeyi nasıl bilip yapabilir, söyleyecek sözüm bile yok. Annem kapının işi bitince eline kazmayı alıp kümesin ön ve yan tarafını birkaç karış derinliğinde kazdı.  Neden böyle yaptığını sorduğumda hemen açıklamasını yaptı.

“Oğlum, tilkiler ve köpekler kazıp kümesin içine girmesinler diye bunu yapıyorum.”

Nalburdan aldığımız kafesli teli, kazdığı yerin dibinden başlayacak şekilde ön taraftan yeni yaptığımız kapıya kadar sağlam bir şekilde çakıp yerleştirdi. Aldığımız o kalın naylonu da kümes tavanının üstüne serip, yan duvarların tahtalarına çakıp oradan kazdığı yere kadar uzattı. Kazdığı yeri bahçeden toplattığı taşlarla doldurduktan sonra toprakla bastırarak iyice sağlamlaştırdı. Ayrıca naylon rüzgârla uçmasın diye tavanın üzerine kalmış tahta parçalarından yerleştirip çaktı ve geniş ağır olmayan taşlarla da onu destekledi.

Marifetli pratik kadın bizim tavuk besleyeceğimiz bir kümesi kaşla göz arasında yapıp bitiriverdi. Tavukların suları için de Edirne’deki tarım müdürlüğüne gidip, uygun teneke suluklar aldı. Her şeyin hazır olduğundan emin olunca, haftanın bir günü Selimiye Camiinin altındaki boş alana kurulan pazara gittik. Oradan köylülerin getirdiği, alacalı renkli bir horoz ve iki tane tavuğu beğenip satın aldı. Bacaklarından bağlanmış bu hayvanları yanımızda getirdiğimiz büyük bir çantaya koydurdu.  Çantanın birer ucundan tutunca onları kolayca eve getirdik. Annem kümesin içinde onların iplerini kesti ve serbest bıraktı, böylece kümesin sahipleri oraya gelip yerleşmiş oldu. Bir kaç ay boyunca sadece bunlar kümeste yaşadılar.

O küçük kümesi annem her sabah özel göreviymiş gibi dikkatle süpürüyor ve temizliyor. Zeminine yakında bulunan bir marangozhaneden aldığım ince talaşları seriyor. Tavukların eksilen sularını ve yemlerini de düzenli olarak tazeliyor, ayrıca birkaç haftada bir kireçle kümesin içini badana yapıyordu.

Temiz bir ortamda iyi beslenen ve bahçede gönüllerince gezinen iki tavuk da, her gün yumurta vermeye başladı. Gıdaklamalarını duyunca, merakla gidip yumurta var mı diye kümesin içindeki folluğa bakıyoruz. Eğer varsa o sıcak yumurtaları hemen alıp, mutfaktaki sepete götürüp koyuyoruz.

Evimizin yan tarafında da bir polis ailesi oturuyor. Annemin bu çabaları ve alınan yumurtalar, polis amcanın da dikkatini ve ilgisini çekmiş olmalı ki; gerçek bir marangoza bizim kümesten çok daha büyük, ince uzun bir kümes yaptırdı. Bizim küçük eğreti kümes taş duvara yapışıkken, diğer kümes aynı duvara dik bir şekilde yapıldı. Tabii bu büyük ve gösterişli kümes, bizimkini havada karada denizde her halükarda geçer. Sanki kerpiç bir evle, büyük bir konak kıyaslanıyormuş gibi ama bizim önceki ev sahibimiz Matmazel Klara’nın evinden bahsetmiyorum.

Kümesleriyle sabah akşam övünen polis amcanın iki çocuğunun havasından da hiç geçilmiyor. Onların bize anlattıklarına göre, kümese yakında tarım müdürlüğünden de şimdiye kadar hiç görmediğimiz kadar çok cins civcivler gelecekmiş. Eh hadi hayırlısı, ne diyelim! Gelsinler de bizler de görelim yani.

                                                                        ~/~

Her gün gıdaklayan tavuklar yumurtlamayı kesince doğal olarak panik oldum. Düşünsenize evinizde tavuklarınız var ve onlar yumurtlamıyorlar. Hayatımda en çok sevdiğim şey yumurta yemektir, her gün yesem de kesinlikle bıkmam. Onlar olmadan ben kendimi aç kalacakmışım gibi hissederim.  Acaba hastalandılar mı diye korkarak anneme gidip endişelerimi anlattım

“Merak etme, hasta değil sadece gurk olmuşlar, yakında kuluçkaya yatacaklar,” diyerek anlatmaya devam etti. “Yakın zaman da küçük sarı civcivlerimiz olacak.”

Bundan daha güzel bir haber olabilir mi?

O civcivler büyüyecek, daha çok tavuğumuz olacak ve daha çok yumurta.

Bir gün annem elimize küçük bir sepet verip, ağabeyimle beni başka bir mahallede oturan bir teyzeye gönderdi. Annemin çok iyi tanıdığı bu teyzenin, beyaz cins tavukları varmış. Bize gideceğimiz evi iyice tarif ettikten sonra,

“Ben Naciye Hanım’la geçen gün konuştum, yumurta için sizi bekliyor,” dedikten sonra tembih etmeyi de unutmadı. “Yumurtaları alınca oyalanmadan hemen eve geri dönün, gelirken yumurta sepetini de çok sallamayın.”

Abim tamam der gibi başını sallayınca, annem tekrar uyarıda bulundu.

“Sepeti sen taşı, sakın kardeşine verme. Babanın kocaman rakısını nasıl kırdığını unutma!”

Of ya bu konu da artık iyice kabak tadı verdi.  Rakıyı kırıp sopayı yedim mi yedim. Daha ne yani?

Diğer mahallede oturan Naciye Teyzenin evini annemin bize tarif ettiği gibi kolayca bulduk. Zaten küçücük olan bu şehirde ne bulunmaz ki? Bütün sokaklar neredeyse bizim oyun alanımız.

Abim bahçe kapısının girişindeki makarayı çekince, içeriden bir çanın çaldığını duyduk. Çalan çanın sesi o kadar güzel ki, sanki içeriden keçiler bize cevap veriyormuş gibi!

Oyun olsun diye uzanıp o makarayı ben de keyifle çektim.

Abim koluma yapışıp,

“Yapma ayıp,” deyince niye der gibi suratına baktım. Çan çalmanın nesi ayıp olabilir ki?

Gıcırtıyla açılan bahçe kapısında, annem yaşında bir kadınla karşılaştık. Bir an bizi dikkatle süzdükten sonra yumuşak bir ses tonuyla sordu.

“Hayrola çocuklar, bir şey mi istiyorsunuz?”

Abim hemen kim olduğumuzu ve neden geldiğimizi bir solukta ona anlattı.

Benim aklım hâlâ telin ucuna takılı olan o çan da! 

“Demek siz Fethiye Hanımın çocuklarısınız!” diyerek samimi bir şekilde başımızı okşadı. “Annenizle geçen gün konuşmuştuk, yumurtalarınız hazır. Hadi içeriye gelin de yumurtaları sepetinize koyalım.”

Kapının önünden çekilip bizim içeriye girmemizi bekledi, sonra da bahçe kapısını kapattı. Onu takip ederken ben sadece gözümle kapı çanının telini takip ediyorum.

Naciye Hanım Teyze de evin içerisinden büyük bir sepeti dışarıya çıkardı. Yanımızda getirdiğimiz küçük sepeti elimizden aldı. Sepetin alt tarafına önce birkaç avuç saman, üzerlerine de sayarak yumurtaları koydu. Tekrar saman derken işi bittiğinde ağabeyim elindeki parayı da ona verdi.

“Teşekkür ederim, annenize selamlarımı iletin,” deyince sepeti abim eline aldı.

Naciye Teyze’ye hoşça kalın diyerek elini öpüp yola koyulduk.

Abim sepeti ne kadar çok taşımak istesem de bana hiç vermedi. Haklı, emir büyük yerden!

Atçılık oynamadan ve etrafta fazla oyalanmadan doğruca eve döndük.

                                                                        ~/~

Evimizin kapı girişinin köşesinde, yukarı doğru kaldırılarak açılan bir kapak var. O kapaktan geniş bir tahta merdivenle aşağıya doğru iniliyor. Alt katta duvarları taştan yapılmış, altı toprak olan, geniş uzun bir bölüm var. Evimizin odunluğu işte orası!

Annem gurk olan tavuklarımızı kümesten alıp, folluklarıyla beraber getirip oraya koydu. Su ve yem kaplarını da onların yanlarına koyduk. Naciye Hanım teyzeden alıp getirdiğimiz o yumurtaları da, hiç zaman geçirmeden gurk olan o iki tavuğun yattığı folluklara koydu. Annemin dediğine göre odunluk hem sessiz hem de güvenliymiş.

Ben hâlâ neden başka yerden gidip yumurta aldığımızı anlamış değilim.

Sorumun cevabını annemden aldım

“Oğlum, bu yumurtalar Legorn cinsi tavukların. Bu tavuklar en çok yumurtlayan cinstir,” diyerek devam etti. “Sen yumurtayı çok seviyorsun ya, işte şimdi daha çok yiyeceksin.”

İnanamıyorum, bundan daha güzel bir haber olabilir mi?

O heyecanla hemen öne atıldım.

“O zaman Naciye Teyzeye gidip biraz daha yumurta alalım.”

“Olmaz oğlum, tavuğun altına ancak sıcak tutabileceği kadar yumurta koyabiliriz.”

“Peki, horoz niye gelip yumurtaların üzerine oturmuyor? O tavuktan daha büyük değil mi?”

Gülerek cevap verdi.

“Bu onların yapabileceği bir şey değil. Hem baban da benden büyük ama kahvede oyunu bırakıp bana yardıma geliyor mu?”

İş gelip babama dayanınca sustum ama horozların gittiği bir kahve yok ki bahçede boş boş öylece gezinip duruyorlar. Bu böyle olmayacak, o horoza yumurta konusunun çok ciddi bir şey olduğunu bir an önce anlatmam gerek.

Her gün annemle birlikte aşağıya odunluğa inip, geniş sepetlerin içinde yatan tavuklara bakıyoruz, onların eksilen yemlerini ve sularını tamamlıyoruz.

“Civcivler ne zaman çıkacak?“ diye sürekli soruyorum

Bu konuda en çok meraklı olan benim, nedenimi ise çok iyi biliyorum. Bir süredir yumurtayı pazardan satın alıyoruz, öyle istediğim zaman da yiyemiyorum. Kendimi resmen kısıtlanmış biri gibi hissediyorum, yumurta da sayıyla mı yenir yani?

Herhalde yirmi gün sonra, o yumurtalar birer ikişer kırıldı ve sarı küçük civcivler ortaya çıktılar. Onları biraz çekinerek birazda korkarak ama heyecanla avucumuza aldık.  Ne kadar da küçükler!

Civcivler odunluk serin olduğu için çok üşüyorlar, bu nedenle hemen annelerinin kanatları altına girip yerleşiyorlar. Annem, küçük civcivlere bir kaç gün bizim yumurtalardan haşlayıp sarılarından verdi. Benim yiyeceğim yumurtalar sepetten durmadan eksiliyor ama sesimi çıkaracak halim yok. İlerde hiç bıkmadan yiyeceğim yumurtaların hayali benim aklımı eline geçirmiş durumda. 

Birkaç gün sonra biraz daha büyüyüp serpilen civcivler, aşağıda anneleriyle birlikte eşelenmeye başladılar. Annem beni hemen Saraçlar Caddesi’nde bulunan zahireciye gönderdi. Tavuklara bittikçe gidip aldığım suni yemlerin civcivler için olan toz olanından istedi ve civcivlere artık ondan da vermeye başladı.

Polis amcaların civcivleri de kutularla kümeslerine getirilmiş, merakla gidip tellerden içeriye baktım. Minikler kocaman kümesin içerisinde bir arada duruyorlar. Belki annelerinden ayrıldıkları için korkmuşlardır, belki de çok üşüyorlardır. Gördüğüm kadarıyla onların civcivleri bizimkiler gibi sarı değil koyu kırmızı renkli. Başka bir cinsmiş p harfi ile başlayan pilimutmuymuş neymiş ama ben de tam olarak bilemiyorum.

Polis amcanın oğlu böbürlenerek,

“Sizinkiler köy tavuğu, bizimkiler cins oğlum!” deyince ister istemez sinirlendim.

“Afetmişsin sen. Bizimkiler Legorn oğlum, sabah akşam yumurtluyorlarmış,” diyerek ona cevap verdim ama bana pek inanmadı.

“Ufak at da civcivler yesin. Hiç tavuklar günde iki defa yumurtlar mı?”

Aptala bak, kiminle tartışıyor.

“Oğlum, annem öyle söyledi. Sen ondan daha iyi mi bileceksin?”

                                                                        ~/~

Kömürlükte bulunan farelerden çekinen annem, civcivler biraz daha büyüyünce onları analarıyla beraber yukarıya kümese aldı. İçinde bir süredir sadece horozun bulunduğu kümes, bir anda kalabalıklaşıp şenleniverdi. Bu duruma eminim en çok da yalnızlık çeken horozumuz sevindi. Sanki şimdi ötüşü de değişti, bahçede şimdi daha fazla kasılarak yürüyor.

Geceleri tellerin önünü evdeki eski brandayla ve taşlarla sıkıca kapatan annem, hem kümesin sıcak olmasını sağlıyordu hem de başka hayvanların kümese zarar vermesini önlüyordu. Bizler okuldan dönünce tavukları civcivleriyle beraber sırayla bahçeye çıkarmada ona yardım ediyoruz. Annem başımızda, bizler de elimizde sopalarla etrafta dolaşan kedileri kolluyoruz. Bir ikisini kaptırmamıza rağmen geçen zamanda  tüm civcivlerin kanatları şekillendi ve hızla büyümeye başladılar.

Bir akşam radyoda ‘arkası yarın’ programını dinlerken, annemin sesini duyduk.

“Çocuklar, yarın okuldan gelince piliçleri aşı yaptırmak için Tarım Müdürlüğü’ne götüreceksiniz. Oradaki veteriner sizinle ilgilenecek.”

Dikkatimizi dağıtmadan başımızı salladık. Sevdiğim zaten topu topu dört tane radyo programı var. Arkası yarın, Radyo tiyatrosu, Orhan Boran ve Yuki ile Liselerarası bilgi yarışması. Onları dinlerken, benim dünya ile olan iletişimim tamamen kopuyor.

Öğleden sonra okuldan eve gelince, önlüklerimizi çıkarıp piliçleri kümeste sırayla yakaladık. Onların ayaklarını hem kaçmamaları hem de yaralanmamaları için annem kestiği bez parçalarıyla dikkatle bağladı. Piliçlerin hepsini daha önce tavukları getirdiğimiz bir büyük çantaya koyduk.

Tarım müdürlüğü Üç Şerefeli caminin biraz daha ilerisinde. Bizim de yürüyerek gidecek çok da uzun bir yolumuz var. Çantanın bir ucundan abim, bir ucundan ben tuttum ve hemen yola koyulduk. Piliçlerin ince cik cik cik sesleri her yanı sardı. Ana caddede yürürken, sesleri duyanlar merakla bize bakıyorlar.

Bankanın önünden geçerken, birden çantanın içinden bir piliç dışarıya fırlayıverdi. Doğruca bankaya doğru koştu, ben de çantayı bırakıp arkasından koşturdum. Tam bankanın kapısının içinde, oradaki görevlinin de yardımıyla onu zar zor yakaladım.  Ayakları yeterince sıkı bağlanmadığı için çözülmüş.

Pilici kanatlarından sıkıca tutarak, abimin yanına döndüm.

“Parası varmış, bankaya yatıracakmış,“ deyince esprime gülmedi.

“Ne yani piliç caminin önünde kaçıp camiye girseydi, namaz kılmaya mı gitmiş diyecektin?”

Söyleyecek bir şey bulamayınca sustum. Ben sadece şaka yapıyordum ama bence yine de güzel söyledim.

“Hadi oyalanmada şu pilicin ayağını bağlayalım,” deyince sıkıca tuttuğum pilicin ayağını tekrar bağladı ve onu çantaya diğer piliçlerin yanına koyduk.

Tarım Müdürlüğünde piliçlerimize aşı yaptırmak için geldiğimizi belirtince çok sevindiler. Belli ki bu işe eğilen pek fazla kişi yok. Bizimle özel olarak ilgilenen veteriner, piliçlerin aşılarını sırayla vurdu.

“Piliçleri iki hafta sonra, tekrar aşıya getireceksiniz,” diye tembih ederek bizi yolladı.

Eve dönünce olanları anneme anlattık, O da iki hafta sonrası için defterine not aldı.

Çok yorulunca anneme de sormadan duramadık, çünkü bu işi yapmak gerçekten büyük bir eziyet. Büyük ağır çantayla gerçekten çok uzun bir yol yürüyoruz.

“Veterinerde bizden başka tavuklarını aşılatan yoktu, biz niye gidip aşılatıyoruz ki?”

“Oğlum biz sizleri de zamanı gelince aşılatmıyor muyuz?” diye sorunca, başımızı evet anlamında aşağı yukarı salladık.

O da konuşmasına devam etti.

“Onlar da benim birer çocuğum, onların da sizin gibi sağlıklı olmalarını istiyorum. Bu nedenle onları da aşıya götürüyoruz,” diyerek ekledi “Yapılan bu aşılar tavuklarımızı hem sağlıklı hem de hastalıklara karşı dayanıklı yapacak göreceksiniz.“

Annemin uyarısıyla on beş gün sonra piliçleri tekrar çantalara doldurup, onları ikinci kez Tarım Müdürlüğü’ne aşıya götürdük.  Bu sefer yolda herhangi bir vukuatımız olmadı.

İlerleyen zaman ile bizim piliçler büyüyüp, birer erişkin beyaz tavuk haline geldiler. Annemin bana söyledikleri de zaman içinde çıkmaya başladı, tavuklar düzenli olarak yumurtlamaya da başladılar. Gözlerime inanamıyorum, her gün en az on tane yumurta alıyoruz. Yumurta sepeti sürekli dolu! Nasıl mutluyum anlatamam, hem sürekli yumurta yiyorum hem de evden börek çörek hiç eksik olmuyor.

Bu arada ikisi beyaz üç tane de horozumuz var. Beyaz horozlardan biri, çok iri ve çok da süslü bir şey, üstelik de zorba. Diğer horozları sürekli gagalayıp kovalıyor. Zavallılar sürekli kaçıp ondan uzak durmaya çalışıyorlar. Annem, bir horozun kümes için daha yararlı olduğuna karar vermiş olmalı ki, diğer iki horozumuz bir süre sonra kendilerini maalesef tencerede pişirilmiş olarak buldular.

Polis Amcanın civcivleri de kocaman tavuklar oldular, onlar bizimkilerden daha başka bir cins. İri ve kırmızı kahve renkliler. Artık bütün tavuklar birlikte bahçede geziniyorlar, suni yemleri de kümeslerde yemliklerde. Ama onlar genellikle daha çok yem bulabildikleri, bizim mutfağın camının altını tercih ediyorlar. Mutfak penceresi önüne annemin koyduğu sedirde oturup, tavukları bir avuç buğdayla oradan oraya koşturmak bizi çok eğlendiriyor. Zamanla onlar da alıştılar, sedirde biri oturmaya başladığında hep birlikte camın önüne doluşuyorlar.

İstanbul’dan anneanne yine gelince evde hamur bayramı ilan edildi. Yumurta bol olunca o güzelim börekler, çörekler, mantılar ve en önemlisi de tatlılar evden eksik olmadı. Anneanne okullar tatile girince abimi de yanında alıp İstanbul’a götürdü. 

Annemin büyük ablası Şerefnur’un mektubunda yazdıklarını, biz de annem babama eğlenceli bir şekilde anlatırken duyduk. Buradan İstanbul Büyükdere’de ki eve hoşnut dönen anneanne, sadece bir konudan çok şikâyetçiymiş. İddiasına göre sepet dolusu yumurtadan nasıl oluyorsa, ona yumurtaların en küçüklerini seçip veriyormuşuz. Annemin böyle bir şey yapmayı aklına bile getirmeyeceği herkes tarafından iyi bilinir, geriye tek hain ben kalıyorum. Aklıma gelip yapmadım ama keşke de yapsaymışım, hiç olmazsa övünerek anlatırdım.

Annemin radyodan ve çevreden duyduğu ilaçları, vitaminleri de gidip tarım müdürlüğünden alıp geliyoruz. Annem bu ilaçları, düzenli olarak tavuklara veriyor. Her gün hiç üşenmeden, kümesin temizliğini de yapıyor. Ben işini böyle ciddi olarak yapan bir onu bir de Sabahat öğretmenimi bilirim.

Bir sabah yine okula gitmeden önce mutfak da oturmuş kahvaltımızı ederken, bahçede Polis Amcayı kümeslerinin yanında, telden içeriye düşünceli bir şekilde bakarken gördük. Sonra yanına gelen annemle düşünceli bir şekilde bir şeyler konuştular.

Kahvaltıdan sonra merakla bahçeye inip kümesin yanına gidince, olanları kendi gözümüzle gördük. O güzelim büyük kırmızı kahverengi tavukların hepsi kümesin içinde, yerlerde orada burada yatıp kalmışlardı. Korkuyla hemen koşup bizim kümese baktık, bizimkilerin hepsi sapasağlam duruyor. Gıdaklayarak kümesin içerisinde dolaşıyorlar, büyük beyaz horoz eskisi gibi hep tepelerinde.

Polis Amcanın tüm cins tavuklarıyla birlikte, mahalledeki tavukların hepsinin, bir salgın hastalık yüzünden öldüğünü annemden duyduk. Bu hastalık her neyse hepsini öldürmüştü. Annemin ciddiyeti ve özeni, ileriyi görerek önceden tedbir alması, bizim tavuklarımızın bu badireden hiçbir yara almadan kurtulmalarını sağlamıştı. Akıllı kadındı benim annem!

Babamın tayini İstanbul’a çıkana kadar tavuklarımızla birlikte iki sene mutlu mesut yaşadık. Abimle birlikte onları düzenli olarak aşıya götürdük, kümesin temizliğinde anneme yardımcı oldum. Tavuklar da gösterilen bu özene misliyle yumurtlayarak karşılık verdiler. Benim belki gözüm değil ama karnım her zaman doydu.

Peder Bey İstanbul’a gidip ev kiralayınca taşınma tarihimiz de kesinleşti. Annem tavuklardan bazılarına isteyen komşularına sattı. Edirne pazarının kurulduğu gün sabah erkenden kalan tavukları yakalayıp ayaklarından bağlamış, biz de uyanınca gördük. Kahvaltı sonrasında üzgün bir şekilde onları büyük çantaya yerleştirdi,

“Şimdi tavukları alıp pazara götüreceksiniz, önce dolaşıp tavuk fiyatlarını sorun. Bizim tavukları o fiyatlara yakın satın.”

Biz de Selimiye Camiinin alt tarafındaki boş alanda kurulan pazara gidip o şekilde yaptık ama yine de iki çocuğu insanlar acımadan kandırdılar. O bakımlı, sağlıklı güzel tavuklar yok fiyatına satıldılar.

8 comments

    • Güzel yorumunuz için teşekkür ederim, Bu hikayenin kahramanı rahmetli annem aslında şu kötü günlerde ne yaptığı tam olarak belli olmayan yöneticilere de iyi bir örnek. Ülkeyi düze çıkarıp ileriye götürecek olan siz kadınlarsınız, ben inanıyorum siz de inanın. Selam ve sevgilerimle.

      Liked by 1 kişi

      • Kadınları rolü ve etkisi evet belki daha fazla bununla beraber kadın ve erkek birbirinin tamamlayıcısıdır, bir tanesi eksik, yarım olduğunda sonuç da eksik olur. Birlik olmak, birlikte, ortak hareket etmek gerekiyor. Saygılar, sevgiler 😊

        Liked by 1 kişi

  1. Kah gülerek kah -Aaa aynı biz diye keyifle okudum. 😁 Gürcan Bey, sanırım annelerimiz asker eşi olmanın dezavantajını yaşamışlar. Nöbet, tatbikat derken evle ilgileri hiç olmamış. Babam rahmetli sadece ders çalıştırırdı. Ve evet eve bir ekmek getirmişliği yoktu. Neymiş resmi elbiseyle elde eşya taşınmazmış. Sanırım öyle bir yasak da vardı. Ve yine evet biz de tavuk ,ördek, kaz, tavşan yetiştirdik. Ama şansımıza Lojman müstakildi ve daha önce oturanlar kümes yaptırmışlardı. Kendi çocuklarımıza da aynı zevki yaşatmak için müstakil ev yaptık. Ama çocuklar sağ olsun ne tavuklara ne tavşanlara de köpeğe bakmayı bilemedi.İş bize ya da eve gelen yardımcıya düştü. Yazınızı yaşayarak okudum. Kaleminize sağlık. 👌

    Liked by 1 kişi

    • Belli ki asker aileleri olarak bizler benzer hayatları yaşamışız. Bizim pederleri okullarda aynı şekilde tek tip eğittikleri kesin. Biz sadece Orgof’ta lojmanda kaldık, diğer yerlerde öyle bir şansımız olmadı. Eğer İstanbul’dan başka bir yere taşınırsak hayalim bir bahçe olması ve orada tavuk, ördek ve sebzelerle uğraşmak. Elif hayvanları çok seviyor ve tavukların kesilmesine karşı, arada bir olmayan bahçemizde yetiştirdiğim tavukları kesmemem için uyarılıyorum. Yani tavuğunda eceliyle ölmesini beklemek benim beklentilerime uymuyor. bakalım günler bize neler gösterecek. Güzel sözleriniz için tekrar teşekkür ederim.

      Liked by 1 kişi

Yorum bırakın