Merhaba Trieste

Üsküp yakınlarındaki Gostivar’da kaldığımız dağ otelinde kahvaltımızı yaptıktan sonra bavullarımızı hazırlayıp onları otobüse yerleştirdik. Grup gitmeye hazır olduğunda doğal olarak en önemli işimiz de tekrar başladı.

“Beyler otobüsün arkasına!” sözleriyle tekrar yaşlı nazlı otobüsümüzü itmeye başladık. Geceleri hava soğuk olunca, maalesef motor dışarıdan bir destek almadan ateşleme yapmıyor.

Öğlende vardığımız Üsküp şehrinde akşamüstü beşe kadar serbest dolaşma molası denince, bizler de etrafı görmek için toparlanıp otobüsten indik. O arada Orhan’dan şoförler ile dernek başkanı arasında sert pazarlıkların yaşandığını duyduk. Belli ki bizim İtalya seyahati gezi programına sonradan eklenmiş. Durumdan da anlaşılacağı üzere, şoförler fazladan para almadan Yugoslavya’yı baştan başa geçip İtalya’ya kadar gitmek istemiyorlar. Zaten böyle bir problem de ortaya çıkmamış olsaydı şaşar kalırdım. Seyahatin daha en başından beri çeşitli zorluklarla boğuşup duruyoruz, ama bu namussuzlar bir türlü de bitmek bilmiyorlar.

Üsküp1

Bakalım neler olacak diye endişeyle beklerken, o arada Üsküp de dolaşıp etrafı gezdik ve ufak tefek hediyeler aldık. Zaten bir lokma olan paramı özenle İtalya için saklıyorum. Belirlenen saate yakın bir zamanda, hep birlikte otobüsün park ettiği yere geldik. Bizi burada bırakıp bir yere gidemezler biliyorum ama ben kendimi bildim bileli biraz telaşlı bir tipimdir. Bu arada gördüğümüz kadarıyla otobüste sadece bizim şoförler ile dernek başkanı yok.

Biz otobüsün etrafında beklerken, gizli ve derinden sürdürülen pazarlıklar, bilmediğimiz bir yerlerde akşam saatlerine kadar sürdü. Sonunda aralarında anlaşma sağlanmış olmalı ki, saat altı buçuk gibi tekrar İtalya’ya doğru yola koyulduk. Yani buradan İtalya’ya gitmeden ve alışveriş yapamadan İstanbul’a geri dönseydik, yemin ediyorum bizim mahallelinin dilinden sittinsene kurtulamazdık.

Gece Yugoslavya’nın Niş şehrine vardığımızda, otobüs bir benzincide durup beklemeye başladı. ‘Eyvah buradan Bulgaristan’a dönüp İstanbul’a geri mi dönüyoruz,’ diye içimden endişelenmedim desem yalan olurdu ama aradığım sorunun cevabını çok geçmeden etrafımdakilerden öğrendim. Şoförlerden birisi burada bulunan evine gidip, ihtiyacı olan bir şeyleri alıp gelecekmiş.

Adamlar sürekli olarak Avrupa’ya çalıştıkları için buraları bizim memleketten çok daha iyi biliyorlar. Doğal olarak burada da başka bir yaşamları ve evleri var. Acaba bizim şoförün memlekette eğer varsa ailesi bu durumu ne kadar biliyor? İşte orası da meçhul! Neyse ne, bu durum aslında beni hiç de ilgilendirmiyor.

Çok geçmeden tekrar yola koyulup, yurt dışında çalışan Türk işçilerinin arabalarıyla yurda gidiş gelişlerinde çok fazla kaza yaptıkları Belgrat otoyoluna çıktık. Gece yarısı Belgrat’ın içinden geçerken uyanıktım, ışıklar içindeki şehri penceremden izlemeye çalıştım.

Bütün gece yol alan otobüsümüz, sabah olduğunda Zagrep’te otoban üzerinde bulunan büyük bir benzincide mola verdi. Bagajdan hemen küçük tüp çıkartılıp yakıldı ve büyük çaydanlık suyla doldurulup üzerine konuldu. Çay ve sandviçler bu işle ilgilenen arkadaşlar tarafından hazırlanırken, bizler de tuvalette yüzümüzü yıkayıp uyanmaya çalıştık. Sabahları hava burada oldukça serin.

Tuvaletten dışarıya çıktığımızda, Erkut’un orada bulunan motosikletli yabancı kişilerle sohbet ettiğini gördük. Benim ancak rüyalarımda görebileceğim, şimdiye kadar Türkiye’de hiç görmediğim o son model motosikletleri daha yakından görebilmek için, bizimkilerle birlikte onların yanına gittim.

Kadınlı erkekli motorcuların hepsi de üzerlerine, onları yolda giderken rüzgârdan koruyacak, güzel ve şık siyah deri kıyafetler giymişler. Bizler de ayağımızda ucuz tokyolar, gömleklerin düğmeleri açık ve paçalar sıvalı bağrı yanık bir vaziyetteyiz. Ancak dün otelde duş aldığımız için henüz kirli değiliz ve en önemlisi de çok fazla ter kokmuyoruz. Yine de onlarla birlikte o güzel motosikletlerinin önünde resimler çektirmeyi ihmal etmedik.

Hiç alamayacağımızı düşündüğümüz bu güzel motosikletlerin yanından gönülsüz bir şekilde ayrılıp, kendi eski klasik otobüsümüzün yanına döndük. Otobüsteki çantalarımızdan plastik bardaklarımızı çıkardık ve çay alma kuyruğuna girdik.  Ağaç altında oturduğumuz bir bankın üzerinde, sandviçlerimizi sıcak çayımızla birlikte yerken neşemiz yerindeydi. Endişelerimiz sona ermiş ve en önemlisi de İtalya’ya çok yakınlaşmıştık.

lyublyana4

Öğlene doğru Lyublyana şehrinin içinden geçtik. Otobüsün camından keyifle ve merakla dışarıyı seyrettim. Yanımızdan geçen tramvaylar, yollarda koşturmadan yürüyen insanların sakinliği, etrafta bulunan üç dört katlı eski sütunlu yapılar çok hoşuma gitti. Bir yandan da içim burkuldu, çünkü böyle yapıların çıkış yeri olan Anadolu’da şu an yaşayanlar bu mimari şeklini hiçbir şekilde benimsemiyorlar.

Çok geçmeden ulaştığımız İtalya sınırında herhangi bir zorlukla karşılaşmadık. Gümrükten kolayca geçip saat dört gibi Trieste şehrine ulaştık. Venedik şehri de buraya bir iki saat uzaklıktaymış. Otobüsümüz, burasını daha önceden geldikleri için oldukça iyi bilen şoförler tarafından, doğruca limanın orada yer alan bir otoparka götürüldü. Salı günü öğlene kadar burada kalacağımız söylenince, gruplar halinde ikişer üçerli şehre dağılmaya başladık.

trst_ponterosso-3

Trieste, İstanbul ile kıyaslanmayacak kadar küçük ve derli toplu bir şehir. Pazar günü olduğu için bazı restaurantlar ve kafeler dışında, alışveriş yapılabilecek bütün dükkânlar kapalı. Trieste, bu gün bir hayalet bir şehir görünümünde, sanki insanlar şehri terk edip gitmişler. Akşama kadar boş caddelerde ve sokak aralarında dolaşıp, etrafı keşfetmekle zamanımızı geçirdik. Etrafı dikkatli bir şekilde gözlemleyip, onları göz hafızama kazıdım. Tabii o arada da mümkün olduğunca resimler çektirmeye çalıştık.

trieste-1680x1050

1020

Görsel: Orhan Öker

İstanbul gibi büyük şehirde yollar, yapılar, sokaklar her gün değişirken, Avrupa şehirlerinde bu değişim çok az yaşanıyor. İstanbul’da gözümüzün içine giren, özensiz, çirkin yapılaşma ve gecekondular belli ki buralara hiç uğramamışlar. Karadenizli müteahhitler belli ki oralardan fırsat bulup buralara gelememişler. Her yer bakımlı ve temiz, kalabalık ile gürültü ise hiç yok. Buralarda eskiye, tarihe ve yeşile verilen değere gerçekten bayılıyorum.

1016

Görsel: Orhan Öker

Akşam otobüse geri döndüğümüzde, bazılarının aramızda olmadığını fark ettik. Cüzdanı şişkin arkadaşlar, haklı olarak yer buldukları otellerde kalmayı seçmişlerdi. Yani otobüsten sonra bir otel odasında özel banyo ve tuvaleti kullanmak, rahat ve temiz bir yatakta uyumak, dışarıda sıcak yemekler yemek ve içmek kötü bir şey olabilir mi?

Bizler açık havada züğürtlere ayrılmış olan tarihi Magiruz Palasta, parlak yıldızların altında yine konserve lahana dolmalarımızı açıp, üzerine limonumuzu sıkıp akşam yemeğimizi yedik. Civardaki kafelere ve barlara gidecek paramız olmadığı için, geç saate kadar otobüsün orada sohbet edip sonra da kıvrılıp uyuduk. Dışarıda battaniyelerin üzerinde uyumayı seçenlerin aksine, ben cebimdeki üç kuruşumu çaldırırım korkusuyla, havasız ve sıcak olan otobüsün içerisine girip ter içinde uyumayı seçtim.

Ertesi sabah yolun karşısında bulunan bir kafenin tuvaletlerini kullanırken, oradaki nefis kahve kokularıyla kendimize gelmeye çalıştık. Burada bütün dükkânlar tam olarak saat sekizde açılıyormuş ve saat on ikide de öğlen tatili için kapanıyormuş. Dört saat moladan sonra akşamüstü yine dükkânlar saat dörtte açılıp sekizde de tamamen kapanıyormuş. Her yer ne bir dakika önce ne de bir dakika sonra, yani tam zamanında açılıp kapanıyormuş. Bunu gerçekten bizler de yaşayıp kendi gözlerimizle gördük.

Kafenin yanında bulunan tabelasında Export-İmport yazan dükkân açıldığında herkes gibi ben de girip dolaştım. Şoförler daha önce de söylediğim gibi, buraya defalarca gelip alışveriş yaptıkları için Trieste’yi çok iyi biliyorlar. Bizleri doğrudan bu dükkâna getirmişler, sahibi burada yaşayan genç bir Türk. Bankaya gitmek yerine elimizdeki Alman marklarını burada el altından bozdurup İtalyan Lireti aldık. İki üç tane kâğıt paradan sonra, elime aldığım bir tomar para bende sanki zenginmişim hissini uyandırdı.

Söz konusu alışveriş olunca, herkes hiç kimseyi beklemeden hemen dağılıverdi. Benim zaten elimde sınırlı miktarda para olduğu için, önce açılan dükkânlara göz atıp almayı düşündüğüm şeylerin fiyatlarına dikkatle baktım. Daha sonra da elimdeki paraya göre evdekilere bir şeyler almaya çalıştım. Kendime de marka olmayan, oldukça ucuz bir İtalyan kot pantolonu aldım. Ayrıca kendime bir güzellik yapıp, öğlende tren istasyonunda bulunan bir yerde bir tabak makarna ısmarladım.

Yapılan onca alışveriş ve pazarlıktan sonra, akşamüstü otobüsün orada dükkânı olan Türk çocukla bizlerin arasında bir samimiyet oluştu. Aramızdaki en sosyal ve meraklı kişi olan Erkut, doğal olarak burada ki gençlerin gittiği yerlere gidip onlarla aynı ortamda bulunmak istiyor. Burada akşamları neler yapıldığını sorunca, o da bize gençlerin eğlence tarzlarını ve rağbet ettiği yerleri anlattı.

Erkut, oralarını görmeye çok istekli olunca da çocuk kendince misafirperverlik yapmak istedi.

“Sizce de uygunsa, ben sizi akşam yemekten sonra gelip buradan alırım. Biraz dolaşır ve gençlerin toplandığı yerlere gideriz.”

Benim cebimde fazla bir para kalmadığı için, bu teklifi çok fazla üzerime alınmadım. Yani gideceğimiz yerlere bedava girecek, bedava içecek değiliz ya. Daha bugün tanıştığımız bir çocuğun, bizlere bir şeyler ısmarlamasını da hem istemiyorum hem de beklemiyorum.

Akşam otobüsün yanında konserve dolmalarımızı yedikten sonra, eğlenceye gidecek olan arkadaşlar kendilerine çeki düzen vermeye çalıştılar. Valizlerinden temiz kalmış olan kıyafetlerinden çıkarıp giydiler, saçlarını başlarını düzelttiler ve kafenin oraya gittiler. Ben de onlar eğlenceye gidene kadar yanlarında kalmak üzere bizimkilerin yanına gittim.

Çok geçmeden kimsenin gelmesini ummadığı dükkân sahibi olan çocuk, siyah bir arabayla çıkageldi. Araba gördüğüm kadarıyla yeni bir Alfa Romeo. Aramızda göründüğü kadarıyla eğlenceye gitmeye hevesli olan tek kişi de Erkut. Çocuk da durumumuzu anlamış olacak ki,

“Hadi gelin arabayla biraz dolaşalım. Erkut’u istediği bir yerde bırakırız, sizleri de sonra buraya geri getiririm.”

Bu sözlerle birlikte birkaç kişi arabaya bindik, temiz ve güçlü çalan müzik eşliğinde Trieste sokaklarında yol almaya başladık. Bilmediğimiz başka caddelerden geçip, kalabalık bir diskoteğin önüne geldik. İçeride yüksek sesler çalınan İtalyanca şarkılar, net bir şekilde dışarıdan da duyuluyor.

Günün modasına uygun bir şekilde temiz ve şık giyinmiş gençleri görünce, arabadan hiç inmek istemedim ama yine de herkesle birlikte hareket ederek dışarıya çıktım. Çevremizde bulunan insanlar buram buram parfüm kokuyorlar, bizlerse sadece ter.

Güzel ve özenli giyinmiş, makyajlı güzel genç kızlar, yakışıklı delikanlılar her tarafta. Ben tıraşsız ve hırpani halimle kendimi buraya pek yakıştıramadım. Allahtan bu karanlıkta ve kalabalıkta kimse kimseyle fazla ilgilenmiyor. Bir kenarda ortamdan uzak durmaya çalışan bizler, kendimizi onların arasında böylece fazla rahatsız hissetmedik.

Orada rastladığı arkadaşlarıyla bir süre sohbet ettikten sonra yanımıza gelen bizim Türk çocuk, burada kendimizi rahat hissetmediğimizi hemen anlayıp sordu.

“Hadi gidelim mi?”

Bu soruyla hareketlenip sevinçle arabaya bindim. Kirli ve bakımsız görünüşümüzle buraya ait olmadığımız çok açık ve net! Ayrıca burada biraz daha uzun kalsak, kendimizi iyice huzursuz hissedeceğimize belli! Erkut’u orada bırakarak otobüsün oraya geriye döndük.

Salı günü öğlen on ikide dükkânlar kapanıp herkes alışverişten döndüğünde, valizler zor bela bagajlara yerleştirildi. Etraflarından sipariş alarak alışveriş için gelenlerin bazıları, valizlerinin içinden ikinci valizlerini de ortaya çıkarmışlardı. Bol parası olanlar ise yeni valizler alarak bu problemlerini çözmüşlerdi. Şoförler de hatırı sayılacak kadar çok alışveriş yapmışlar, onlar zaten işin ticaretindeler. Benim kendi adıma böyle bir sorunum yok, az para ve tek valiz.

Yola çıktığımızda sanki büyük bir istekle çıktığımız tepeden aşağıya doğru iniyor gibiydik. Hiç kimsenin sesi çıkmıyor ve uyuyarak yolu bitirmeyi düşünenlerin sayısı çok. Gündüz Yugoslavya’da yolda kuvvetli bir yağmura yakalandık. Silifke ekip başı olan Yalçın ağabey, bizim eski otobüsün tavanından akan suya yeni aldığı şemsiyesini açarak çözüm bulunca hepimiz çok güldük.

1019Görsel: Orhan Öker

Perşembe günü öğlene doğru İpsala’daki Yunan sınırından yurda giriş yaptık, gümrükte herhangi bir zorlukla karşılaşmadan İstanbul’a doğru yola koyulduk. Akşamüstü yorgun bir şekilde mahalleye geldiğimizde, sanki kaybolan saygınlığımızı yeniden kazanmış gibiydik.

Evden içeriye girdiğimde, annemin boynuna sevinçle sarıldım. Ondan şimdiye kadar bu kadar uzun bir süre ayrı kalmamıştım. İster ana kuzusu isterseniz başka bir şey deyin ama kendimi bildim bileli ona karşı nedense başka bir yakınlığım vardır.

Birkaç saniye sonra onun kibar sesini duydum.

“Oğlum, istersen önce bir banyoya gir. Bugün şansına suyumuz da akıyor.”

Kim bilir ne kadar çok kokmuşsam, bu durumdan annem bile çok rahatsız oldu. Bu gün Perşembe, en son Cuma akşamı Tetova’da ki gösteriden sonra otelde banyo yapmıştık. Arada geçen sürenin çoğu da hamam gibi sıcak olan otobüsümüzün içinde geçti. Ayrıca koca otobüsü bir hafta boyunca itmeye çalışmak da bizleri oldukça yorup terletti. Verilen molalarda elimizi, ayaklarımızı, yüzümüzü, saçlarımızı ve koltuk altlarımızı yıkamak bizim kokmamızı maalesef engellemedi.

Hikayenin devam bölümü:Soluksuz geçen 1976 kışı

6 comments

    • Günaydın, yorumunuzu yeni gördüm. Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Bu yazı oldukça büyük bir hikayenin küçük hikayelere bölünmesi projesinin bir parçası. ‘Kot aşkı’ hikayesi ile başlayan projenin yeni küçük hikayesi.

      Beğen

  1. Eline ,hafızana ,kalemine sağlık Gürcancığım…40 sene öncesine sardırıyorsun makarayı..selam ve sevgiler

    Beğen

  2. Gençlik ve kavak yelleri esme durumu. Ama ne iyi yapmış yurt dışına çıkmışsınız. Ben yurtdışına ilk çıkışım eşimin görevi nedeniyle gittiği Almanya’ya olmuştu. Münih üstelik yılbaşı öncesiydi çarşı- pazarın süslemelerine hayran kalmıştım. Bir AVM de kahve içelim dedik dip dibe oturulan iki kişilik bir masa bulduk oturduk. Garson gelene kadar sigaralarımızı yaktı ( yıllarda sigara içiyorduk) ay garson kadın bizi neredeyse dövüyordu. E ama yan masaya geçin dedi ben şok. Yani inanamadım aynı duman altında yan masa.😁 Sizin bu güzel yazılar beni hep anılara götürüyor. Gürcan Bey, çok samimi yazıyorsunuz keyifle de okuyoruz. Selam ve sevgiler…

    Liked by 1 kişi

    • Zaman ayırıp okumanız ne kadar güzel! Çok teşekkür ediyorum, Ben de sayenizde geriye dönüp yazıları yeniden okuyorum. Benim işlerim hep zorlu olmuştur, bunu kabullendim ama bazen de çok hızlı olanlar beni şaşırtıyor. Avrupalıların disiplinli ve keskin davranışları beni de çok yormuştu. İrlanda’da gece gösteriden çıktık, ter içindeyiz havada oralarda gece soğuk oluyor. Biraz nefes alıp öyle giyinelim diye bekliyoruz, görevli geldi ve çıkmamız gerektiğini söylüyor, bağırarak get out diyor. O saatine bakıyor, ona uyması şart, çok sinirlenmiştim ama böyle. Ben de işte eskilere gittim, selam ve sevgilerimle…

      Beğen

Orhan Öker için bir cevap yazın Cevabı iptal et