Mankafa Kampı Muamması

Edirne’den Kadıköy Feneryolu’na taşındıktan sonra, bir sene içinde okula gittiğim zamanın dışında genellikle tren istasyonu civarındaydım. Bütün trenler ve yeni keşfettiğim televizyon benim en önemli ilgi alanım. Yıllardır dikkatli ve disiplinli yetiştirildiğim için orta ikinci sınıfı hiç zorlanmadan doğrudan geçtim. Bizim birader ise gösterilen o kadar ihtimama rağmen dört dersten ikmale kaldı. Çocuğun sosyal bir hayatı var, elinde değil ne yapsın? Futboldan ve arkadaşlarından derslere ister istemez çok zaman ayıramıyor.

Onun bu sosyalliğiyle evimizin çevresinde bulunanlarla da arkadaşlık etmeye başladık. Önce bizim birader onlarla arkadaş oldu, konu futbol olunca belli ki daha kolay arkadaş olunuyor. Bizimki de zaten Beşiktaş genç takımının Çırağan’da bulunan Şeref stadındaki çalışmalarına gittiği için mahalle futbol takımına iyi bir destek.  O top oynuyor ama evde kızılca kıyamet kopuyor. Ayakkabı numaraları aynı olduğu için birader Peder Beyin ayakkabılarına musallat olmuş. Gizlice giyip top oynuyormuş, bizim peder de hop oturup hop kalkıyor.

Valla isterse tavana vursun çok umurumda değil. Top oynasın diye onu elinden tutup Beşiktaş genç takımı seçmelerine götüren o. Bana böyle bir ilgi nedense yok,  futbol işini zaten hiç sevmiyorum. Doğduğumda bilincim yerinde olup konuşabilseydim, ismimi de Beşiktaş takımından koydurmazdım ya neyse.

İşte ben de etrafımızdaki mahalle gençlerinin arasına böylece fasulyeden karışmış oldum, ben hem onlardan birkaç yaş küçüğüm hem de kendi başıma buyruk olmayı sevdiğim için genellikle kendi işime bakıyorum. Bir an korudayım, bir an Feneryolu tren istasyonunda, bir an kasap Kadir Amcanın dükkânının önünde kedilere atılacak et bulma derdindeyim.

Bunlar benim her zamanki normal hareketliliğim ama bu durumdan annemin bile başı dönüyor. Gerçi onun tansiyonu var biliyorum ama arada eve uğradığımda, ‘gözümün önünde ol!’ tembihinde bulunmayı aksatmıyor. Benim kulaklarımda delik olduğu kesin, çünkü söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden hızla çıkıyor. Ben yine Koruda demirlerin üzerindeyim, oradan soluğu koşarak kara treni görmek için istasyonda alıyorum.

Feneryolu, Berk Soyluer

Görsel:Berk Soyluer

Hareket demişken o aralar bizim Kayserili ev sahibi Halil Bey tarafından babama şikâyet edildim. Merdivenleri kullanmak yerine tırabzanlardan kayarak iniyormuşum. Tırabzanlar yaşlıların tutunması içinmiş ve böyle kullanılırsa eskiyecekmiş, bu duruma bir son verilmesi gerekiyormuş. Yahu ben yerinde duramayan hareketli bir çocuğum, tabii ki merdivenlerden güle oynaya ineceğim. Gerektiğinde tırabzanı gerektiğinde de merdivenleri kullanacağım.

Peder Bey beni doğal olarak uyardı, bir daha tırabzanlardan kaymayacaksın dedi ama ben onun her dediğini dinlersem de ben olamam ki. Üstelik feci inatçı biriyim, yani yine gizlice hep tırabzandan kayarak indim. Ev sahibinin apartmanda olduğu zamanlarda, efendi çocuk oldum ama hepsi o kadar.

Mahalledeki çocukları tanıdıkça gördüm ki herkesin konulmuş bir lakabı var, birbirlerine öyle hitap ediyorlar. Aralarında bulunan en iri kişinin adı Ayı Bülent olarak konulmuş, yani gerçekten dev gibi ve çok heyecanlı konuşup davranan biri.

Ondan sonra neden öyle dediklerini bilemediğim irilikte ikinci olan Fil İbo geliyor ama o Ayı Bülent’le kıyaslanmayacak kadar çok sakin biri. Hortumumu var da öyle mi hitap ediyorlar onu gerçekten hiç bilemiyorum.

Gamlı Baykuş lakabıyla çağrılan Bülent’i kesinlikle anlıyorum, okuduğumuz Kaptan Swing çizgi romanındaki Gamlı Baykuş karakterinin yaşayan bir benzeri ve lakabını da kesin oradan almış. Çömelerek oturmaya bayılıyor, sıkça sigara içiyor ve konuşmadan susup öylece karamsar bir şekilde bir köşede somurtuyor. Davranışlarıyla isminin hakkını gerçekten veriyor. Gamlı Baykuş Bülent, bir şeyler imal etmeyi ve eline geçen şeyleri tutuşturmayı daha çok seviyor. İki kâğıt parçasını bir arada görse onları hemen tutuşturuyor. Adam resmen seyyar kundakçı!

Kemikleri sayılan ama en çok yemek yiyen ve en zayıf olan bakkal Remzi Amca’nın oğlu Killing Nihat ile aramız nedense çok yakın olmadı. Onun mesafeli ve sinirli tavırları pek bana göre değil ve o çocukluk arkadaşları Hacı ve Müco ile daha samimiler. Bu arada Nihat ile Fil İbo amca çocukları.

Sigara içtiği hemen belli olan, sararmış kirli dişleriyle Agavni Yusuf, mahallenin önemli karakterlerden biriydi. Eğitim konusunda pek başarılı olmasa da futbol konusunda kendisini mahallede kabul ettirmişti. Çalım yapmayı sevse de, maçta iki koşudan sonra öylece tıkanıp kalsa da futbol takımının değişmez oyuncularından biriydi.

Babası hacca gittiği için hacı lakabını alan Orhan ile onların üst kat komşusu Müco ise çocukluktan beri arkadaşlardı. Müco Darüşşafaka’da yatılı olarak okurken, Orhan da Maarif kolejinde aynı şekilde yatılı eğitim görüyordu.

Bülent ve kardeşi Hindi Ertuğrul ise benden çok büyüktüler. Ertuğrul’un güzel hindi taklidi yaptığı için bu lakabı aldığını öğrenmiştim. Henüz lakabı olmayan Bülent ise hiç büyümeyen afacan çocuklar gibiydi, hareketlilikte benimle yarışırdı. Çok ilginç bir yürüyüş tarzı vardı.

Mahalledeki diğer karakterlerden biri ise Mandıracı Nusret, iri güleç yüzlü tombalak biriydi. Bakkal Remzi Amcanın dükkânına arkanı verip ileriye yürüdüğünde üçüncü ev Nusretlerin. Babası yanlış hatırlamıyorsam emekli banka müdürüydü ve evin bulunduğu geniş arazinin hemen karşısında inekleri beslediği bir yer vardı. Orada hem süt hem de mayaladıkları yoğurtları satarlardı. Nusret’i omuzunda havalı tüfek ile gördüğünüzde güvercin peşinde olduğunu hemen anlardınız.

Nusret’in peşinde olduğu güvercinler genel olarak Settar’ların oturduğu ahşap köşkte yuva kurmuşlardı. Bu ev de Nusretlerin ki ile yan yanaydı. Settar acayip uzun ve hızlı koşardı. Kırıt Kenan, Kenan’ın kardeşi Atilla yani Atik de o civarda oturuyordu.

Mahalleli arasında Rasim, Erkut, Haluk, Dede Hüseyin, bizim Kayserili ev sahibinin oğulları Fuat ve Bülent. Yılmaz ve kardeşi Sinan. Kartal Tibet’in Tarkan filminde ki adamdan lakabını alan, iri Orso Cem. Arka komşularım Erol, İsfendiyar ve Akif. Tabii ben ve ağabeyim Serdar vardı. Bu arada Doğan Amca’yı, kızları Sermin, Naran, Songül, üst katlarındaki Ayşe ile İsmet, Nurdan ve Lale’yi de unutmamak gerekir.

Bazen Lale’nin yeşil bisikleti ile o sokak senin bu sokak benim, saatlerce dolaşıp duruyoruz. Gözlerinin içi gülen, kıvırcık sarı saçlı, yüzü çilli Lale ile tanışalı çok fazla olmadı. Lale’ler de bakkal Remzi Amcaların apartmanın da oturuyorlar, kendisi benim en iyi arkadaşım. Az ve gerektiği kadar konuşuyor, sadece içinden geçenleri söylüyor, benden de her halde iki üç yaş kadar küçük.

Bizim mahalle de kız olarak, bir tek onunla hiç çekinmeden arkadaşlık ediyorum ama onu kız olarak değil sadece yakın arkadaşım olarak görüyorum. Ne Doğan Amca’nın kızları ne de diğer kızlarla çok fazla samimiyetim yok. Beni herhalde bir çocuk olarak görüp, arkadaşlık etmeye uygun biri olarak görmüyorlar. Yani bu benim çok da umurumda değil.

Bizlerin bu mahallede fazla bir geçmişimiz olmadığı için henüz konulmuş bir lakabımız yok. Lakap için bir olayın yaşanması veya dış görünüşün buna uygun olması gerekiyor. İlerleyen zamanlarda eğer Peder Bey tayin olmayıp ev değiştirmezsek, bizlerin de mahallenin birer karakteri olacağımız ortada.

Hindi Ertuğrulların, Doğan Amcaların, Sinanların oturduğu üç katlı evin geniş taş bahçe duvarının üzerinde genellikle akşamüstleri oturulup, sohbetler ediliyor, programlar yapılıyor. O yaz mahalledekiler, Tuzla’nın yakınlarında olan deniz kıyısında Mankafa diye bilinen bir yerde kamp yapmaya karar vermişler. Ben Tuzla’yı hiç gidip görmedim, orasını Feneryolu tren istasyonundaki kara tren geliş gidiş tarifelerini incelerken öğrenmiştim. Haydarpaşa’dan Gebze’ye giden banliyö treni orada da duruyor.

Aslında kampa gidenlerin en büyüğü herhalde Bülent, o da herhalde on dokuz yirmi yaşında, diğerleri herhalde ortalama on beş yaşında. Annem oralarını hem bilmediği hem de işin içinde deniz olduğu için konuyu baştan reddetti. Bizler yüzmeyi tam olarak bilmiyoruz, o da ister istemez geri adım attı ve konuyu babama bile hiç aksettirmedi.

Çocukluğunu Urfa’da, Ağrı dağı eteklerinde, yani bakir doğanın içerisinde doyasıya yaşamış biri olarak bu gezinin benim için fazla bir albenisi yok. Zaten onları yeni tanıyorum, üstelik en küçüklerinden biri olduğumdan dolayı da pek fazla adam yerine konmuyorum. Kampa gitsem ne olacak gitmesem ne?

Dışarıdan izlediğim kadarıyla, birkaç gün kamp için planlar ve programlar yapıldı. Neler götürüleceğine, oraya nasıl gidileceğine kararlar veriliyor, çadır olarak Ertuğrul’un arada mahallede bulunan boş alanlara kurdukları büyük çadırını götüreceklermiş çünkü kampa mahalleden çok fazla kişi gidiyormuş.

İşte bu büyük çadırın orta direklerini ağırlık yapmasın diye götürmeyip çadırı iki ağaca bağladıkları bir urganın üzerine atıp sadece yan direkleri yanlarına alacaklarmış. Orada ki yemek konusu konuşulurken, neler yenileceği hararetle tartışılıp bütün kamp malzemeleri ortaya çıkarılıp gözden geçirilmiş. Bir sabah haki kumaştan sırt çantalarına kendi eşyalarını yerleştirmişler. Büyük çadırı, el yapımı tahta kabzalı zıpkınları, deniz paletlerini, gözlükleri ve gitarları toparlayıp gitmişler.

Ben o aralar bizim kasap Kadir Amcanın da belalısıyım. Her gün Feneryolu’nda ki Neşe kasabına gidip, atacaklarını ayırdığı kutudan kullanılamayacak olan sinirleri, atılacak mühürlü etleri ve yağları alıyorum. Böylece mahallenin bütün kedilerini kendimce besliyorum. Bazen muzurluklar yapmıyor da değilim. Bizim evin üçüncü kattaki balkonundan, misinanın ucuna büyük sinir parçalarını bağlayıp, aşağıdaki kedilerin önüne indiriyorum. Kediler onun üzerine atlayınca da, misinayı hızla çekip onları oynatıyorum.

Bir gün yine böyle, bir sinir parçasını misinanın ucuna bağlayıp aşağıya attım. Siyah beyaz bir kedi, o büyük sert siniri görünce hemen kapıp yemeye çalıştı. O her hamle yapıp sinire doğru atladığında, ben önce davranıp misinayı hemen çekiyorum, o arada çok eğleniyorum. Her halde bir an dalmış olmalıyım ki, kedi birden atlayıp sinir parçasını kaptı ve ısırdı sinir parçası da onun dişlerine iyice dolandı. Onu yemek için götürmeye çalışıyor ama yukarıdan da misinayı ben çekiyorum. O inat ben inat çekiştirip duruyoruz. İkimiz de bu büyük sinir parçasını karşımızdakine kaptırmamaya çalışıyoruz.

Birden nasıl olduysa, misinayı yukarıya doğru çekmeye başladım. Misinanın ucunda da, büyük bir kuyruklu siyah beyaz kedi sallanıp duruyor. Kedi balığı yakaladım diyeceğim ama bu balık değil ki.  Resmen kocaman kediyi bizim balkona doğru çekiyorum. Bir yandan da içimden, ‘Ne güzel! Onunla balkonda oynarım,’ diye düşünüyorum.

Birinci kata kadar gelince, sallanıp duran kedi olanların farkına vardı ve inadı bıraktı. Ağzını açınca, hoop doğru aşağıya indi. Kediye tabii bir şey olmadı, ama bu olay benim önemli bir şey öğrenmemi sağladı. Kediler dedikleri gibi hep dört ayakları üzerine düşerlermiş!

Birkaç gün sonra bütün kampçılar Tuzla’dan geri döndüklerinde, üzerlerinde hem büyük bir yorgunluk hem de nedeni pek anlaşılamayan bir gurur olduğunu fark ettim. Onları dışarıdan gören birisi de, belli ki bu dünyayı yeniden keşfetmişler diye düşünebilirdi. Trenin bile çalıştığı bir yerin neresi keşfedilmemiştir ki?

Yorgunluklar geçip kendilerine gelince, doğal olarak dilleri de çözüldü. Anlatılanlara göre, kampa gerçekten de koloni gibi on dört kişi gidilmiş. Tuzla’da istasyonda trenden indikten sonra o sıcakta eşyalarla birlikte epeyce yol yürümüşler. Kamp yapılacak yere karar verilip, iki çitlembik ağacı arasına kalın urgan gerilmiş ve koloni çadırı kurulmuş. İşler bitince bazıları o yorgunlukla çadıra girip bir parça kestirmeye ve dinlenmeye çalışmış, bazıları da serinlemek için hemen denize girmiş.

Boşa atmayan keskin nişancı balık adamlar, yemek işini halletmek için vakit geçirmeden denizin derinliklerinde zıpkınla balık peşine koşmuşlar. Hindi Ertuğrul’un abisi Bülent de çevrede bulunan Bizans manastırının mezarlarını hiç korkmadan kazmış ve içlerinde iskeletler bulmuş. Onların kafataslarını tıpta okuyan bir arkadaşı için çıkarmış, sonra bu kafataslarından bazılarını da çadırların etrafına, diktiği kazıkların üzerine yerleştirmiş.

Söylenenlere göre, akşam yakılan ateşin başında Ertuğrul’un zıpkınından nasıl kaçtığı pek anlaşılamayan, ölü olduklarını da henüz bilmeyen büyük kikla ve karagöz balıklarının hikâyeleri eşliğinde pişirilen makarnalar yenmiş. Gitarlı, sazlı sözlü ve bol şaraplı muhabbetin ve şakaların çoğu hayaletler üzerineymiş. İlerleyen saatlerde bizim kampçılar etrafta kazıklara yerleştirilmiş olan kafataslarının gölgesinde büyük çadırın içinde uykuya dalmışlar.

Sabah erken uyananlar, çadırın önünde üzeri sinek kaynayan, kokulu bir öbek kaka bulmuşlar. Belli ki çevreye dikilen o kazıkların üzerindeki kafataslarının korkusundan, kim olduğu bilinmeyen meçhul birisi ihtiyaçları için çok uzaklara gitmeye cesaret edememiş.

Kampçıların sabah yaptıkları ilk iş, kokulu ve sinekli öbeği bulunduğu yerde öylece bırakıp, çadırın yerini değiştirmek olmuş. Grubun en meraklısı olan Bülent, eline aldığı bir sopa ile o öbeği karıştırıp içindekileri dikkatle incelemiş. Kakanın içerisinde hazmedilmemiş mısır parçaları bulununca, bir gün önce kaynamış mısır yediği görülen Agavni Yusuf’un bu işi kotardığı düşünülmüş, ama net olarak da bir sonuca da varılamamış.

Agavni Mıgırdıç lakaplı Yusuf, biraz sinirle biraz da yavuz hırsız edasıyla yaygarayı hemen koparmış.

“Yani bir tek ben mi yedim? Neden sadece beni suçluyorsunuz, Hacı Orhan da yemişti.“

Hacı, ben bir diş ısırdım diye kendisini savunmuş, sonra çarşafına bulaşan kakayı görünce sesini yükseltmiş, çünkü bu işi yapan o çarşafla temizlenmiş.

“Ben yapsam neden kendi çarşafımı kirleteyim ki?” diyerek Agavni’ye karşı çıkmış.

Bülent’e göre suçlu belliydi, bu da kimse istemesin diye mısırını alelacele yiyen ve onları hazmedemeyen Yusuf’tu.

Bu hassas konu, ortada herhangi bir şahit olmadığı için hiçbir zaman kapanmadı. Bazen koruda, bazen Nihat’ın babası bakkal Remzi Amca’nın köşesinde ve bazen de Ertuğrulların bahçe duvarında oturulurken ateşli bir şekilde tartışıldı. Temcit pilavı misali sürekli pişirilip konuşuldu ama olayı büyüklerimiz aralarında nedense bir türlü çözülemedi. Gerçi Yusuf’un annesi muhakkak bizim oğlan yapmıştır dese de Yusuf bunu hiçbir zaman kabullenmedi.

O arada Bülent, kamptan iki çuvalla mahalleye getirdiği kafataslarını hemen tıpta okuyan arkadaşının evine götürmüş. Kendisi evde olmadığı için annesi onları balkona koydurmuş ama sonrada ürküp gelip Bülent’ten almasını istemiş. Bülent de kemiklerin bazılarını mahallede çocuklara kovboyculuk oynasınlar diye dağıtmış, kalanları da babası Fehmi Amca bahçeye gömmüş. İşte bu nedenle ona artık Kelle Bülent denmeye başlandığını da öğrendik. Ne mutlu artık onun da bir lakabı var, darısı da artık bizim başımıza.

14 comments

      • Estağfurullah, tabii ki sıkılmam. Sanırım biliyorsunuz artık, blog okumak için özel geceler yapıyorum. Bugün Dr. Gürcan Şen günü. Saatlerdir yazılarınızı okuyorum büyük bir keyifle. Buzdolabına gidip gelip devam edeceğim. Çok teşekkür ederim geceme çocukluk anılarınızla keyif kattınız.

        Beğen

        • O zaman şimdiye kadar hiç anlatmadığım ve yazmadığım bu hikayeyi size anlatayım.
          Ailem dört sene Urfa’da kaldı, orada cibinlikler içinde yatılırmış ve yatakların ayaklarına da su dolu kaplar konulurmuş. Bunların nedeni de akreplermiş ve biz orada akrep sokmasıyla hiç karşılaşmamışız. Iğdır Suveren köyüne geldiğimizde ise kız kardeşimi akrep sokmuş. Askeri birlik doktoru tarafından kardeşime akrep serumu olmadığı için yılan serumu verilmiş.
          Kız kardeşim kısa süre içinde şişmeye başlamış, birlik doktoru ve Iğdır’dakiler nedenini anlayıp çözüm bulamayınca Ağrı’ya götürülmüş. Oradaki uzman doktor gerekli tıbbi incelemeleri yaptıktan sonra en son, ‘yakın zamanlarda akrep veya yılan ısırması oldu mu?’ diye sorunca bizimkiler hemen uyanıp olanları anlatmışlar. Verilen o yılan serumu kız kardeşimi az daha öldürüyormuş, çünkü allerji yapmış. Bir kaç iğne ile konu halledilmiş ve kız kardeşim sağlığına kavuşmuş. İşte ben Ağrı’ya yakın Suveren’deydim ama Ağrı’ya bir defa gelebildim.
          Hikayem işte bu kadar, ben Ağrı’ya bir defa 1963 senesinde gelmişim. Tesadüfler zinciri hikayemi okumadan uyumayın lütfen, her kelimesi gerçek yaşananları anlatıyor ve çok taze.

          Liked by 1 kişi

          • 😌 Uyumuyorum. Kusura bakmayın geciktim, diğer yazınızı okuyordum. Okuduklarımdan birinde Ağrı geçiyordu da tesaduflerimiz ilginç geldiği için söyledim. Çok ilginçmiş anınız. Benim kardeşim de arı sokmasindan ölüyordu Kıbrıs’ta. Dediğim gibi, beni doğurmak için Bursa’ya gidip doğumdan sonra Ağrı’ya geri dönmüş annem. Sizinle konuşurken benim de aklıma takıldı şimdi, ben de Ağrı anılarından hatirlayabildiklerimi anlatayım size bir yazı yazıp. Birazını da anneme sorar derlerim bir şeyler. Umarım ilginizi çeker. Çok çok teşekkür ederim, gece gece zahmet verdim. Ben şimdi diğer yazılarınıza dönüyorum .

            Beğen

Yorum bırakın