Yokluklardan var etmek

Başlıktaki bu cümle anlatmak istediğim her şeyi tam olarak yansıtıyor. Bugünlerde toplum olarak bir tarafımızın deliğini bilmesek de elimizdekiler bize gerçekleri olduğu gibi gösteriyor. Gerçek olan şu, kaynaklarımız kısıtlı ve bunlar bizlerin hayatlarımızı insanca yaşamamıza yetmiyor. İyi para kazandığınız bir işiniz varsa ne kadar güzel!

Gizli veya değil işsiz gurubundaysanız, durum oldukça vahim. Eğer az paraya gece gündüz çalışıyorsanız, kredi kartları, tüketici kredileri veya aile destekleri olmadan cebinizdeki nakit paraya bir bakın. Orada ne kadar var farkında mısınız?

Dışarıya karşı normal bir hayat yaşıyormuş gibi görünmenin bedeli, artan kredi ve kredi kartı borçları oluyor. Yıllardır ülke gelirinden aldığımız pay ortada. Eskiden mecburen giyilen yamalı elbiselerin yerini alan yırtık kot pantolon modası da günü kurtarmıyor. Ellerdeki ileri teknoloji telefonlar, kullanılan son model arabalar akıllara iyi şeyler getirmiyor. İçimizden geçirdiklerimiz ile suya sabuna dokunmaması için gayret sarf ettiğimiz söylemlerimiz birbiri ile pek uyuşmuyor.

 

Pahalı marketlerden fiyatlara aldırış etmeden alışverişi unuttuk, elimizdekileri son damlasına kadar kullanmaya çalışıyoruz. Diş macununu sonuna kadar sıkmayı, artık iyice dibine gelmiş şampuanlara veya deterjanlara bir parçada olsa su ekleyip çalkalamayı unutmuyoruz. Ancak bu kadar yoklukta bir şeyi anlamakta çok zorlanıyorum, ekmekleri bilinçsizce tüketip neden çöpe atıyoruz?

Ekmeği fırından alırken dilimletmek veya marketten dilimli almak, bunları da buzlukta muhafaza etmek çok mu zor?

Yani buzluktan yiyeceğiniz kadar çıkaracağınız dilimler, kendiliğinden taş çatlasa on beş dakikada açılıyor. Üstelik aynı tazeliğini muhafaza ederek sofranızda yer alıyor.

Kesin olan bir şey var, bizler bildiklerimizin yetersiz veya yanlış olduğunu kabullenmekte zorlanıyoruz. Kulaktan dolma her şeyi kabullenirken, okumamız gerekenleri okumuyoruz. Oyun oynamayı, video seyretmeyi seviyor, değerli ve geçip giden zamanımızı boşuna tüketiyoruz. Disiplinli hareket edip çalışmak yerine, emek sarf etmeden her şeyi kolayca elde etmek istiyoruz. Karşılaştığımız güçlüklerden çok çabuk yılıyoruz, bu ülkenin nasıl yoktan var edildiğini ise çok çabuk unutuyoruz.

 

Bilmiyorum belki de bu acayip hayat ülke insanının yaşam tarzını oluşturdu, bunu benimsedik. Ben kendi adıma hayatımı kısıtlı kaynaklarla devam ettirmek zorunda kaldım. Ailemin gelir düzeyi belliydi, memur maaşıyla yaşam standartlarımız çok üst seviyede değildi. Elimizde sahip olduklarımızı en son raddeye kadar tüketmek ve kullanmak mecburiyetindeydik.

Sanıyorum seksenli yılların ortalarıydı, doktora derslerim için yoğun olarak araştırma yapıp, küçük tez boyutunda seminer ödevleri hazırladığım zamanlardı. Eğitimimi çok fazla ciddiye aldığım için de fakülte kütüphanesinde, konumla ilgili bütün eski yeni dergileri ve kitapları sürekli olarak tarıyordum. Çalışmalarıma yardımcı olabilecekleri ayırıp, ilgili sayfaları da işaretliyordum. Bir öğrencinin o kadar yazıyı ve makaleyi, para verip fotokopi çektirmesine, doğal olarak imkân ve ihtimal yok.

 

Ayırdığım bu dergileri ve kitapları da kütüphaneden fotokopi için ödünç alıp, kız kardeşime götürüp bırakıyordum. Kız kardeşim o sıralarda Rumeli Hisar üstünde, ikinci boğaz köprüsünü yapan bir ortak yapım şirketinde çalışıyordu. Ofisleri de bizim okulun çok yakınında bulunan şantiyenin içinde yer alıyordu. Dergilerde ve kitaplarda işaretlediğim o sayfaları, bana sonra fırsat bulduğunda fotokopi çekip eve getiriyordu.

Yaşadığımız küçük evde, özel bir odam olmadığı için hayatım salonda geçiyor. Çok fazla alternatif olmadığı için de büyük yemek masası benim çalışma masam oluverdi. Aslında bu durum fena da değil, çünkü çok fazla materyali aynı anda masaya yayıp bakabiliyorum. Cam önünde masanın başında oturuyorum, tercümelerde yararlandığım İngilizce Türkçe büyük Redhouse sözlük açık, fotokopiler de önümde yayılmış bir durumda.

Fotokopisi alınmış klasörler dolusu İngilizce makalem var. Onları önce dikkatle okuyor ve yararlanacağım kısımların altını renkli ispirtolu kalemle çiziyorum. Önceden çizdiğim yerleri dikkatle tercüme edip, seminer ödevlerimde kullanıyorum. Tabii çok yoğun bir şekilde kullanınca, ispirtolu kalemim de çabucak bitiyor. Kız kardeşimden bir de ispirtolu kalem talep edecek halim de yok. Öğrenci adamın cebinde çok paranın olmayacağı da malum!

Bu kalem işini ne yapayım ne edeyim diye düşünürken, belli bir şekilde çalışan beynim bana hemen bir çözüm üretiverdi. Evde koyu mavi mürekkebim var, limon kolonyası da her zaman bulunur. İkisini karıştırıp bir şırıngayla, kalemin içindeki keçeye kolayca zerk edebilirim. Bu şekilde de herhalde kalemim de uzunca bir zaman yazar.

mürekkep2

Hatırlıyorum da daha önce bir sefer kalemin içine kolonya damlatmıştım, yazmaya devam etmişti ama rengi biraz açılmıştı. İşte mavi mürekkep bu renk açılması işini garanti çözecek. Mantığımda bence hiçbir bir hata yok, o halde hemen işe girişmek gerekir. Mutfakta bulduğum küçük bir plastik kaba, önce biraz mavi mürekkep koydum, sonra da içine bir miktar limon kolonyası ekledim. Kabın kapağını da, içindekiler etrafa sıçramasın diye kendimce sıkıca kapadım. Evde bulduğum bir şırıngayı da hazır tutuyorum. Elimdeki kapta bulunanlar yeterince karışınca, onlardan şırıngayla alıp mürekkepli kolonyayı kalemin içine koyacağım.

 

Mürekkep ve limon kolonyası karışımını koyduğum kabı, birbirlerine iyice karışsınlar diye kuvvetlice çalkalamaya başladım. Bir iki sallayıp durdum ve yaptığıma baktım. Evet, kabın içindekiler karışmaya başlamış.

Biraz daha karışsın diye tekrar çalkalarken, pof diye bir ses duydum. Bir şeyler bir anda yüzüme doğru geldi. Refleksle hemen o anda gözümü kapadım.

mürekkep1

Ellerimle gözümdeki ıslaklığı silip, korkarak gözümü açtım. Önümdeki İngilizce büyük sözlüğün açık olan sayfaları, irili ufaklı mavi noktalarla dolmuştu. Yemek masasının üzerindeki her şey de küçük mavi noktalarla kaplanmıştı.

 

Farkında olmadan öyle tuhaf bir ses çıkarmışım ki, annem mutfaktan telaşla koşarak yanıma geldi. Beni ve yüzümü öyle görünce kahkahalarla gülmeye başladı.

“Pes oğlum! Yine yaptın mı yapacağını?” diye serzenişte bulunurken, bir yandan da gülmeye devam ediyordu.

 

Masanın beyaz dantel örtüsünün bir kısmı da noktalanmış, sonra gözüm yukarıya tavana ilişti. Oturduğum yerin beyaz tavanı, mavi noktalarla bezenmiş.

Annem gülerek sordu.

“Aynaya hiç baktın mı?”

İşte o zaman yüzüme bakmak aklıma geldi. Kalkıp banyoya gittim, merakla aynaya baktım. Tüm suratım şirinler gibi mavi noktalarla dolu, üzerim keza öyle.

Annemin kaygılı sesi içeriden geliyor

“Ah be sokma akıllı oğlum! Ben bunları şimdi nasıl temizleyeceğim?“

 

O gün mavi noktalarla bezenen her şey, maalesef bir daha tam olarak temizlenmedi. Beyaz örtüyü annem çamaşır suyuna yatırdı da kurtardı.

Beni de çamaşır suyuna yatırıp yıkayacak hali yok!

Sonradan anladım ki benim hatam, kolonya mürekkep karışımını döner kapaklı bir kavanoz yerine bastırarak kapanan kapağı olan bir kaba koymamdı. Belli ki basiretim bağlandı.

Yüzümdeki ve kollarımdaki mavi noktalar çıkıncaya kadar, bir kaç gün evden kapı dışarıya adım atamadım.

 

10 Ekim 2017 Gürcan Şen (Ph.D)

1 comments

Yorum bırakın